Hüseyin ÇEŞİTCİOĞLU
Dini Gazap! Selefilikten neohariciliğe
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Son günlerde ülkemizde yoğun bir selefi/ vehhabi- tasavvvuf/ tarikat tartışmasına şahit oluyoruz.
Bu tartışmalar yaralı müslümanlığı daha yaralı ve dış saldırılara açık hale getiriyor.
Sorumlu ve duyarlı bir mümin nurcu açısından meseleyi ele almaya çalışacağız.
Önce tarihin akışı içinde; ayet, sünnet ve sözler radarıyla bakıp, yakın tarih gerçeklerini de değerlendireceğiz inş.
***
Tarihin Akışı İçinde Selefi/ Harici
Ehli sünnet anlayışı ve Diyanet İlmihaline göre; Sahabe, tabiin ve inançta Eşari ve Maturidi okul/ mezhepleri ortaya çıkana kadar müslümanların inanç ve amel tarzına Selefiye/ selefilik denir.
Nitekim ehli sünnet müslümanlar genel anlamda, "ehli sünnet vel cemaat mezhebindenim" derler ve 4 hak mezhebi kastederler.
Selefi/ Hariciliğin Temeli
Vahyin hayattaki karşılığı Sünnet-i Seniyye ve hadislerin algılanıp amel edilmesidir.
İşte bu anlayış sahabeler arasında ilkin; Hz. Osman'ın (ra) katillerini bulma konusunda çatallaşmıştır.
Adaleti mahza/ tam adalet ve nisbi/ göreceli adalet algısındaki farklılık Cemel savaşıyla sonuçlandı.
Hz. Üstad Bediüzzaman, iki tarafı da haklı görmekle beraber son tahlilde Hz. Ali'yi (ra) daha haklı görmektedir.
Bunun anlamı; tam/ mahza adaletin uygulanabilir ve netice alınabilir olmasıdır.
Yani; Hz. Ali'ye yardımcı olsalardı biraz geçte olsa; Hz. Osman'ın (ra) gerçek katilleri ortaya çıkabilirdi. Bu durumda; adalet-i mahzanın temelini atıp geleceğe bir güzel örnek bırakabileceklerdi. Ama olmadı.
Çünkü işin içine nefsin ve şeytanın yönetiminde pekçok karışık ve bozuk faktör devreye girmişti.
Öncelikle biriken ırkçı, kabileci depo patlatıldı. Olay Haşimi/ Emevi kavgasına döküldü.
Hz. Muhammed'den (asv) beri yığılan hesaplar Hz. Osman'ın şehadeti üzerinden görülmek isteniyordu.
Şam valisi Muaviye kayıtsız şartsız Hz. Osman'ın katillerine kısas istiyordu.
Mescid-i Nebevi'deki hutbede bu mesele dile getirilince kalabalık bir cemaat ayağa kalkıp hep birden; "Osman'ı hepimiz öldürdük" diye bağırmıştı.
Şam mescidinde ise Hz. Osman'ın kanlı gömleği bayrak gibi asılıydı ve kısas uygulanmadıkça indirilmeyeceğine yeminler ediliyordu.
İşte bu durumda; sükunet ve araştırmaya dayalı bir tahkikat ve yargılama şarttı.
Ama Hz. Osman taraftarları başta Hz. Muaviye bu tahkikata gerek duymadan katillerin/ sanıkların kısas şekilde cezalanmasını istediler.
İş uzadı derken ve Cemel Savaşı tarihe; adaleti mahza/ adaleti izafi savaşı olarak geçti.
Üstad iki tarafta haklı ama son tahlide Hz. Ali haklı der. (Aralık 656 Basra yakınında)
Aslında Hariciliğin tohumları 3. raşit halife Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle atıldı.
1.Büyük Kaos; Sıffin Savaşı
(657 Mayıs-Ağustos arası, Rakka'nın doğusu)
Hariciliğin tarihte ilk çıktığı yer olan Rakka'ya 2015'te tekrar neoharici/ deaş hakim oldu.
Bu savaş aslında İslam'ı esas alıp; siyasetin lüzümsuz ve zararlı şeylerini din adına feda etme savaşıydı.
Önce, İslam'ı ve tam adaleti uygulamak ile; önce, milliyeti-ırkı ve siyaseti uygulamak farkı idi.
Bu savaşta ırkçılığı ve devletçiliği esas alan siyaset, İslamı tam adaleti esas alan yönetim tarzından bir yarılma ile uçurum şeklinde birbirinden ayrıldı.
İslam tarihi bu iki modeli örnek alıp uygulama çabalarıyla geçti ve genelde 2. model sürdürüldü ve galip geldi.
Sıffin Savaşı; Şam valisi Hz. Muaviye ile Hz. Ali (ra) arasında gerçekleşti.
Hz. Ali halifeliğe seçilince Muaviye'yi Şam valiliğinden aldı.
Hz. Ali'nin atadığı valiyi Şam'a sokmadı ve Hz Osman'ın katilleri cezalanmadan hiçbir şeyi kabul etmeyeceğini vurguladı.
Hz. Ali'nin arabulucularını da aylarca oyaladı. Muaviye en sonunda katiller teslim edilmezse savaşacağını Hz. Ali'ye bildirdi. Savaştan başka bir yol kalmadı.
Yoksa fitne, fesat ve tarihi kabile savaşları belki de İslam'ı yok edecekti.
Uzun çarpışmalar sonunda 657 Temmuz 27/ 28'inde başkomutan Malik Eşter Muaviye'nin çadırına kadar yaklaştı ve mağlubiyet kaçınılmaz hale geldi.
Hz. Muhammed'in (asv) gaybi müjdesi de gerçekleşmiş, bu durum Hz. Ali ordusuna büyük bir haklılık duygusu vermişti.
"Ammar'ı (bin Yasir) asi bir topluluk öldürecek" demişti Hz. Peygamber (sav)
Apaçık ki Muaviye ordusu Hz. Ali karşısında haksız ve asiydi.
Hayatının son bölümü yanlışla dolu Amr b.As yine kurnazlık yaptı ve "Ammar'ı kimler öldürdüyse sade onların asi" olduğu teviline saptı.
İşte bu mağlubiyet anında Amr b.As' ın kugusu devreye girdi ve Kur'an sayfaları oklarla Hz. Ali ordusuna doğru atıldı, Şam mushafı denen ağır bir Kur'an da mızrakların ucunda göğe kaldırıldı.
Bunun anlamı "teslim oluyoruz aramızda Kur' an hakem olsun" demekti.
Hz. Ali bunun bir hile olduğunun söylediyse de; çoğunluk özellikle kaariler denen (Kur'an okuyabilen ve hafızlar) savaşa karşı çıktı ve Kur'an' ın hakemliğini kabul etmek gerektiğinde ısrar ettiler.
Hz. Ali istemeyerek de olsa bu karara uydu.
İslam tarihinde; intikam, başarı ve zafer adına büyük Kur'an istismarı budur!
Hz. Ali Ebu Musa el Eşari'yi, Muaviye, Amr b.As'ı hakem olarak görevlendirdi.
Bir çadıra girip anlaşıp bir sözleşme (tahkimname) imzaladılar.
Andlaşmaya göre; Hz. Ali de Muaviye de görevden alınıp; şura ile yeni bir halife seçilecekti.
Çadırdan çıkıp orduya bu kararı ilk ilan eden Ebu Musa oldu ve "temsil ettiğim Ali'yi halifelikten alıyorum" dedi.
Amr b.As ise; sözleşme gereği; "temsil ettiğim Muaviye' yi görevden alıyorum" demek yerine; "Ali'nin yerine Muaviye'yi halifeliğe getiriyorum!" dedi.
Ortalık birbirine girdi müthiş bir curcuna oluştu.
Bu arada Hz Ali tarafında bulunan çoğu Temimoğulları askerleri Yusuf Suresi 67.ayette geçen şu ; اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّٰهِۜ عَلَيْهِ; (hüküm ancak Allah'a aittir) cümlesini "lahükme illallah" / Allah' tan başka hüküm koyucu yoktur, şeklinde slogan/ şiar yaptılar ve Sıffin'den ayrıldılar.
Hz. Ali ise; ayetten çıkarılan bu slogan için; "doğru ama sizin kastınız eğri" diye karşılık verdi ama dinlemediler.
Hakemi kabul ettiği için "Ali dinden çıktı" dediler.
Oysa Kur'an sayfaları kendilerine doğru fırlatıldığında; "Kuran hakem olsun savaşmayız" diyen de bunlardı.
10 bin kişiden fazla olan bu askerler, Sıffin'de Hz. Ali'den ayrılıp, Kufe yakınındaki Nahravan /Harura'da toplandılar.
Bunlara harice çıkanlar anlamında; Hariciler denildi.
Hz. Ali ve ordusu Sıffin'den ayrılıp başkent Kufe'ye ötekiler de Şam'a döndüler.
Hz. Ali, Abdullah b. Abbas'ı Haricilere elçi olarak gönderdi. Onlar "Hüküm ancak Allah'ın!" dediklerinde Abdullah b. Abbas şöyle der:
"Evet, hüküm ancak Allah'ın. Fakat Allah karı-koca arasındaki geçimsizlikte hakem tayinini istemiştir. Keza, ihramlı iken avlanan hakkında yine hakem tayin etmiştir. Dolayısıyla karı-koca ve av meselesinde hakem tayin etmek mi önce gelir, yoksa ümmeti ilgilendiren bir meselede mi?"
Ayetleri misal verdi fakat dinletemedi, zemberek bozulmuştu bir kere.
Sonra alınan bir kararla; Hz. Ali mescide sabah namazına giderken arkadan harici ibn Me(i)lcan tarafından şehit edildi. (661)
Bu kahredici olay üzerine bazı Hz. Ali taraftarları/şia/mescidden küstü ve iş namazsız Alevi/şialığa kadar dayandı.
Mühim Bir Mesele!
Ehli sünnet alimleri; başta ve özellikle Cemel Savaşı olmak üzere dolaylı olarak da Sıffin Savaşı'nda çarpışanlar için; "elimizi bulaştırmadık dilimizi de bulaştırmayalım" demişler. Doğru.
Amma bu dini, tarihi vakalara iki açıdan bakmak şarttır.
1-Levhi mahfuzda kayıtlı bu olayları; yeniden hükümlendirici/ yargılayıcı şekilde ele alıp tarih mahkemesi kurmak.
2-Tarihten ibret alıp, yeniden yaşamayacak şekilde analiz ederek, benzer tehlike ve savaşlardan korunmak.
1363 senedir aynı kökten savaş ve şiddetin sürdüğü bir vakayı hiç konuşmayalım demek, üstünü örtelim, muazzam İslami ve insani hakikatları gizleyip musibeti sürdürelim demektir.
Nitekim bugün yeryüzünde İslam'ı tehdit eden neoharici/ deaş ibret ve tedbir alınmadığını apaçık ispat eder.
2. Büyük Kaos; Yunan felsefesi, İran milliyeçiliği ve Mecusilik. (8 ve 9.yüzyıl)
Bu noktada en önemli iki etken, Yunan felsefesi ve İran milliyetinin ayrılmaz parçası olan Mecusiliktir.
Özellikle Yunan felsefesinin etkileriyle İslami olmayan İslami ekoller ortaya çıkmış ve Kur’an’ın aslına, özüne aykırı bir çok fikir ortaya atmışlardır.
Bunlardan Mutezile ve Cebriye Allah’ın sıfat ve şuunatında, kader ve cüz’i irade gibi meselelerde hataya düşmüş, nurlu Sünnet-i seniyye yolundan çıkarak batağa saplanmışlardır.
Vehhabiliğin kökü İbn Teymiyye ve İbn Kayyım'a dayanır. Bu noktada itikadi olarak bağlı oldukları Hanbeli mezhebini tevil ederek yeniden kurguladıkları söylenebilir.
* İbn Teymiye, Sıffin'de Hz. Ali'den ayrılanların çoğunu oluşturan Teym kabilesinden- kaariler. Doğumu: Ocak 1263, Harran/ Urfa.
Ölümü: Eylül 1328, Şam Kalesi, (13.-14.yüzyıl)
*İbn Kayyim El-Cevziyye; doğumu; Ocak 1292, Şam - Eylül 1350, Şam. (14. yüzyıl )
"İbn Cevzî; (14. yüzyıl) gibi şiddetli binler münekkitler çıkıp, bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfzsız veya nâdanların (cahil, görgüsüz) karıştırdıkları mevzu ehâdisi tefrik ettiler, gösterdiler.” (Mektubat, s. 113)
İbn Teymi'ye; Abbasi Devletinin Moğollar tarafından ortadan kaldırılmasıyla, (1258) Müslümanların siyasi otoriteden yoksun hale geldiği, başta Bağdat olmak üzere pek çok yerleşimin tahrip edildiği, Haçlı saldırılarının devam ettiği, bid’a ehli ve sapık fırkaların isyanlara giriştiği, ümmet içinde bir çok yeni tartışma ve çatışmanın yaşandığı, mezhep taassubunun kavgaya döndüğü, bidat ve hurafelerin iyice yayıldığı bir ortamda yaşamıştır.
Ayrıca felsefe ve tabiat bilimlerinin İslam aleminde son derece yaygınlaştığı, bir çok itikadi sapmanın ortalığı kapladığı dönemde yetişen İbn Teymiyye ve ibn Kayyım, müslümanlar arasında dini sahihlik ve saflık için büyük gayret sarfetmiştir.
Kendilerini; selefi olarak tanımlayarak, Selefi salihin dışındakileri şiddetle reddettiler.
Kur’an ve Resulün dışındaki her şeye sırtını döndüklerini beyan ettiler.
Samimi, ilmi cesareti son derece güçlü bir insan oldukları kabul edilmiştir
Teymiye bu noktadan Gazali'yi bile eleştirmiştir.
İbn Teymiyye özellikle Mutezile imamlarına karşı çıkmış, onlarla mücadele etmiştir. “Rasyonalist İslamcı” olarak bilinen Mutezile'nin “akıl her şeyi çözebilir, kul fiilinin/ davranışının yaratıcısıdır” şeklindeki fikirlerine şiddetle karşı çıkmıştır.
Bununla kalmayan İbn Teymiyye, Eşarilik inancıyla bile müzakerelere girişmişti.
Buna karşılık Hanbeli mezhebinin başlangıç yıllarındaki; sade, basit, zahidlik ve sofilik tavrına karşı çıkmadığını da söyleyebiliriz.
İbn Teymiyye’ye göre; kelamcılar sistemlerini sadece akıl, hadisçiler nakil, sufiler ise irade üzerine kurmuşlardır.
Kendisi akıl-nakil-iradeyi bir bütün halinde uzlaştırmaya ve bunlar arasında bir ahenk kurmaya çalışmıştır.
Günümüzde bu üçünü (akıl, nakil, irade/ kelam sünnet tasavvuf/ mektep medrese tekke) Üstad Said Nursi'nin kendi tarzıyla ve ibn Teymiye'nin ifrat ve tefritlerinden uzak; çağ gerçeklerine uygun şekilde sentezlediğini söyleyebiliriz.
Teymiyye, tasavvufun zühd ve ahlak boyutunu kabul eder. İlk dönem mutasavvıflarına olumlu yaklaşır.
Bugün de selefi/ vehhabi tasavvufi akımlar bulunmaktadır.
3. Büyük Kaos Dönemi/ Vehhabilik (19. Yüzyıl)
Muhammed İbn Vehhab; 1703’te Necid'te doğup, 1792'de Riyad’da ölen ve Hanbelî Mezhebini, İbn Teymiye ve İbn Kayyım'ın ifrat yorumuyla başkalaştırıp ortaya çıkaran siyasi-dini doktriner bir harekatın kurucusu.
Günümüzde Vehhabilik Suudi Arabistan ve bazı Körfez ülkelerinin resmî mezhebi.
Abdülvehhab, düşüncelerini Emir Muhammed b. Suud'un maddi, siyasi gücüyle yaydı ve Emir Muhammed Suud da Vehhabi desteğiyle Arabistan’a maddi olarak hâkim oldu.
Bugün hala dini işler Vehhabilerde, siyasi işler ise Suud kabilesindedir.
İbn Abdülvehhab’ın ölümünden sonra hareketin siyasî niteliği daha da ağırlık kazandı. Muhammed bin Suud döneminde başlayan toprak genişletme faaliyetleri, ölümünden sonra oğlu Abdülaziz b. Suud zamanında da devam etti.
Osmanlı, Vehhabilik hareketi ile mücadele etti, Mekke, Medine ve Taif’i Vehhabilerden kurtardı.
Fakat 1901 yılında Osmanlı'daki karışıklığı fırsat bilen Abdülaziz bin Suud, İngiliz yönetiminin de desteğiyle, 1917'de Arabistan'a hakim oldu.
Fahreddin Paşa'nın İngiliz casus Lawrens güdümündeki Vehhabi-Suud bedevilerine karşı yaptığı Medine-i Münevvere direnişi, (1917) Hicaz'daki son mübarek cihadımız oldu.
1926’da Abdülaziz bin Suud, Necd ve Hicaz Kralı olarak kabul edildi. 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan andlaşmayla Suudi Arabistan kralı oldu.
(İbn Abduvahap)
Vehhabilerin İnançları
* Vehhabiliğin ilk ortaya çıkışı hariç, 19. yüzyılın ortasından itibaren arkasında İngilizlerin desteği olduğunu söyleyebiliriz.
Meşhur Lavrens bu desteğin 1. Dünya Savaşı'ndaki sembol ismi.
*Vehhabilik; Lâ ilâhe illâllah demek, Allah’tan başka tapınılan ve kutsal sayılan şeyleri reddetmedikçe bir anlam taşımaz diyerek Muhammedür resulullah'ı bile ayırmaktadırlar.
Allah'a iman kalple, dille, davranış ve şekille ortaya konmalı der.
* Vehhabiler Hazret-i Peygamber’in (asm) şefaat hakkı olmadığı, şefaat hakkının sadece Allah’a ait olduğunu, Hazret-i Peygamber’den şefaat istemenin Allah’a ortak koşma/ şirk olduğuna inanırlar.
* Ancak tasavvuf felsefesine, özellikle hulul (ruh sızması) vahdet-i vücud gibi görüşlerine çok sert tenkitler yöneltmiştir.
*Tasavvuf ehlinin kendine özgü kıyafet giymelerini eleştirir.
*Kitap ve Sünnet dışına çıktığına inandığı şeyhlere; şeytanın velileri der.
*İbn Teymiye kabir ziyaretini reddeden fetvası için Şam kalesinde hapsediliyor ve hapiste ölüyor.
*Vehhabiler velâyeti, vesile ve manevi tasarrufu inkâr ederler.
*Vehhabiliğe göre Allah’tan başka birisinden himmet istemek, veliler diye tanımlanan bir sınıfın hayatta ve öldükten sonra tasarruflarının devam ettiğine inanmak, Allah’a duâ ederken evliyayı vesile kılmak, mezar ve türbelerde duâ ve ibadet yapmak, buralarda kurban kesmek şirktir.
*Sevap umarak Hazret-i Peygamber’in (asm) kabrini ziyaret etmek şirktir. Ölülere duâ, tevessül, falcılara, müneccimlere inanmak, Hazret-i Peygamber’in hatırasını yüceltmek, hırka-i şerif, sakal-i şerif ziyaretleri yapmak şirk koşmaktır.
*Göz değmemesi için nazar boncuğu takmak, muska takmak, ağaç, taş vb. şeyleri kutsal saymak, bir hastalık ya da belâdan kurtulmak, süslenmek için boncuk, ip, muska taşımak, sihir, büyü, minare, türbe bidat ve şirktir müslümanı mürted yapar derler.
***
Haremi Şerif'e Vehabilerin Hükmetmesinin Hikmetleri
"Haremeyn-i Şerifeynin Vehhâbilerin eline geçmesi ve onların, eâzım-ı İslâmın türbeleri hakkındaki tahripkârâne hürmetsizliği ne hikmete mebnîdir?” diye suâl ediyorsunuz.
“Öyle bir fitneden sakının ki, geldiği zaman içinizden sadece zâlimlere isâbet etmez.” (Enfal Sûresi: 25)
"Azîz kardeşlerim,
Elcevap : ...
Birinci Nükte
Şu Vehhâbî meselesinin kökü derindir. An’anesi zamân-ı Sahâbeden başlayarak gelmiş. İşte o anane, üç uzun esaslarla gelmiştir:
*Birincisi:
Hazret-i Ali (r.a.), Vehhâbilerin ecdâdından ve ekserîsi Necid sekenesinden olan Hâricîlere kılınç çekmesi ve Nehrivan’da/ Harura onların hâfızlarını öldürmesi, onlarda derinden derine, hem din nânıma Şîalığın aksine olarak, Hz. Ali’nin (r.a.) fazîletlerine karşı bir küsmek, bir adâvet tevellüd etmiştir.
Hazret-i Ali (r.a) “Şâh-ı Velâyet” ünvânını kazandığı ve turûk-u evliyânın ekser-i mutlakı ona rücû etmesi cihetinden, Hâricîlerde ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktârı olan Vehhâbîlerde, ehl-i velâyete karşı bir inkâr, bir tezyif damarı yerleşmiştir.
* İkincisi:
Müseylime-i Kezzâbın fitnesiyle irtidâda yüz tutan Necid havâlisi, Hazret-i Ebû Bekir’in (r.a.) hilâfetinde, Hâlid İbni Velid’in kılıncıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı bir iğbirâr, seciyelerine girmişti.
Hâlis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdadlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlar—nasıl ki ehl-i İran’ın, Hazret-i Ömer’in (r.a.) âdilâne darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şîalar, Âl-i Beyt muhabbeti perdesi altında Hazret-i Ömer’e (r.a.) ve Hazret-i Ebû Bekir’e (ra) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate dâimâ müntakımâne, fırsat buldukça tecâvüz etmişler.
*Üçüncü Esas:
Vehhâbilerin azîm imamlarından ve ACİB DEAHALARI TAŞIYAN MEŞHUR, İbni Teymiye ve İbni Kayyıme’l-Cevzî gibi zâtlar; Muhyiddîn-i Arabî (k.s.) gibi azîm evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güyâ Ehl-i Sünnet mezhebini, Şîalara karşı Hazret-i Ebû Bekir’in (r.a.) Hazret-i Ali’den (r.a.) efdaliyetini müdâfaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali’nin (r.a.) kıymetini çok düşürüyorlar.
Hârika fazîletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddîn-i Arabî (k.s.) gibi çok evliyâyı inkâr ve tekfir ediyorlar.
Hem, Vehhâbiler kendilerini Ahmed İbni Hanbel mezhebinde saydıkları için,
Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bir milyon hadîsin hâfızı ve râvîsi ve şiddetli olan Hanbelî mezhebinin reisi ve HALK-I KUR'AN MESELESİNDE CİHANPESENDANE SALABET VE METANET SAHİBİ BİR ZAT OLDUĞUNDAN, onun BİR DERCE ZAHİRİ VE MUTASSIBANE ve Alevîlere muhâlefetkârâne mezhebinden, din nâmına istifade edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zannediyorlar.
Halbuki, bir dirhem hakları varsa, bazen on dirhem ilâve ediyorlar." (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat)
"Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir.
Bu binâen, sâdattan olan şerif-i Mekke, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken, zaaf gösterip, İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne müstebidâne girmesine meydan verdi.
NASSI AYETLE KÜFFARIN GİRMESİNİ KABUL ETMEYEN HAREMEYENİ ŞERİFEYNİ, İNGİLİZ SİYASETİNİN ALEMİ İSLAMI ALDATACAK BİR SURETTE, merkez-i siyâsiyesi hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid’attan olan Vehhâbîler, hariçten medâr-ı istinad aramayarak, filcümle nimmüstakil bir siyaset-i İslâmiye takip ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler denilebilir.
*Dördüncü Nükte
Esbab tahtında vücuda gelen hâdiseler, o esbâbın hâlis malı değil. Belki asıl o hâdisenin hakîki sahibi kaderdir.
Kader ise hikmet-i İlâhiye ile hükmeder. Öyle ise, bu Vehhâbi hâdisesine yalnız Vehhâbilerin Ehl-i Sünnete karşı müfritâne bir tecavüzü nazarıyla bakmayacağız.
Belki Ehl-i Sünnet, bir sû-i hareketiyle kadere fetvâ vermiş ki,
Vehhâbileri Ehl-i Sünnete taslît/ musallat etmiş.
Vehhâbiler zulmeder; çünkü, hem çok müfritâne, hem intikamkârâne, HEM HARİCİLİK nâmına ettikleri için, cinâyet ediyorlar.
Fakat, kader-i İlâhî, üç/ 3 sebebe binâen adâlet eder:
*Birincisi:
Hadîs-i sahîh ile sabit olan ziyâret-i kubûr ve makberistana hürmet-i şer’iye sû-i istimâl edildi, gayr-i meşrû hâdiseler zuhura geldi. Husûsan evliyâların makberlerine karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî cihetiyle kalmadı, mânâ-yı ismî derecesine çıktı.
Yani, sırf Cenâb-ı Hak hesâbına makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve mânevî duâsına mazhar olmak için olan meşrû hürmetten ziyâde; o kabir sahibini âdetâ sahib-i tasarruf ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, âmiyâne, câhilâne takdîs edildi.
Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o mâruf ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu.
İşte bu müfritâne hâl, kadere fetvâ verdi ki, o muharribi onlara musallat etsin. Fakat, o muharrib dahi, onları tâdil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit edip köküyle kesmeye başladı.
Elbette, “Zalim, Allah’ın kılıcıdır; onunla başkalarına ceza verir, sonra da döner onun cezasını verir.” kâidesine mazhar olur. Onlar da sonra cezasını bulurlar.
* İkincisi:
Şu asırda maddî fikir galebe çalmış. Esbâb-ı zâhiriye, hakîki telâkkî ediliyor. İnsanlar esbâba yapışıyor. Eğer esbâb-ı zâhiriye bir âyine hükmünden çıkıp nazar-ı dikkati kendisine celb etse, tevhîd-i hakîkîye münâfî olur.
İşte, şu gâfil maddî asırdaki insanlar, mütedeyyin de olsa, esbâba fazla sarılmalarına hikmet-i şer’iye müsaade etmiyor. İşte buna binâen, evliyânın ve eâzım-ı İslâmiyenin türbelerine birer mukaddes ziyâretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer’iyeye şu zamanda pek muvâfık düşmediğinden, kader-i İlâhî onu tâdil etmek istedi ki, bunları musallat etti.
* Üçüncüsü:
Şu asırda enâniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler.
İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet ve bu mağrur ehl-i enâniyet nazarında kıyâs-ı binnefs olarak, eâzım-ı İslâmiyenin nâmdarlarını, hâşâ enâniyetle ittiham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalâlet kendileri Allah’ı tanımadıkları için, çok şeylere, çok zâtlara birer nevî rubûbiyet tahayyül ettikleri bir hengâmda ve sanemperestliğin, başka bir nevi olan heykelperestlerin ve sûretperestlerin gâyet müthiş bir riyâkârlık mânâsında olan şan ve şeref peşinde koştukları bir zamanda, eâzım-ı İslâmiyenin türbelerine câhilâne ve müfritâne bir sûrette avâmların takdîs derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer’iye noktasında kader münâsip görmedi ki; bu muharribleri/ tahripçileri Ehl-i Sünnete taslît etti. Onlarla tâdil/ dengeli/ edecek."
"Fakat Vehhâbilerin seyyiât ve tahribâtlarıyla beraber, medâr-ı şükran bir cihetleri var ki, o çok mühimdir. Belki onların tahripkârâne olan seyyiâtlarına mukâbil o cihettir ki, onları şimdilik muvaffak ediyor.
*O cihet de şudur ki:
Namaza çok dikkat ediyorlar. Şeriatın ahkâmına tatbîk-ı harekete çalışıyorlar. Başkaları gibi lâkaydlık etmiyorlar.
Güyâ dînin taassubu nâmına tecâvüz ediyorlar. Başkaları gibi dînin ehemmiyetsizliğine binâen şeâir-i dîniyeyi tahrip etmiyorlar.
Hem, Vehhâbilik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâmın havz-ı kebîri içinde ya erir, ya îtidâle gelir; çünkü menbâı hâriçte değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın. Menbâı hariçte olsaydı, çok düşündürecekti." (Mektubat, 28. Mektup)
***
Muhammed b Abdulvahap:
“İbn Teymiyye ve İbn Kayyım' ın yasakladığı şeyleri; aşırıya götürüp haram saymış ve asrı saadetten beri biriken hurafe ve bidatları ortadan kaldırmak için hareket ettiği iddia etti."
* İbadetin doğrudan doğruya Allah’a olması gerektiğini
*Vesile velayet ve tasarrufun şirk olduğunu
*Şefaatin olmadığını, ancak Allah' ın şefaat edebileceğini
*Allah dışında; Resul de olsa yemin ve dua olmayacağını,
*Enbiya ve evliya adını anarak yardım dilemeyi
*Ravza-i mutahharayı, peygamber kabirlerini veli mezarlarını ziyareti, kubbe minare vb haseneyi bidat ve şirk sayar.
Üstad Bediüzzaman’ın 28. Mektup’ta belirttiği üzere,
ORTAYA ÇIKMALARINDA; müslüman toplumlardaki ADALETSİZLİK EKONOMİK DENGESİZLİK, İTKADİ VE AMELİ KARGAŞA VE IRKÇILIĞIN BÜYÜK PAYI VARDIR.
Başlangıçta bida ve hurafeyle mücadele eden Vehhabi/ Haricilik zamanla, Hanbeli hatta ibn Teymiye düşüncesinden kopup, doktriner siyasi dini bir yıkım harekatına dönüşmüştür.
Ehl-i Sünnet ve cemaatin; Vehhabilik meselesinden çıkaracağı çok hikmetli dersler vardır.
Mezar ziyaretinin suistimali ve vesilenin vasıta halatına dönüşmesi vb. şirk kokan hareketlere karşı Kader-i İlahi şidddetli vehhabi/ harici kılıcıyla ehli sünnete vasatı göstermiştir.
Said Nursi, Vehhabilerin bunca seyyiat ve tahribine rağmen namaza çok dikkat etmeleri ve şeriatın zahiri hükümlerine uygun hareket etmeye çalışmalarını tasvip ederek, ilerde ehli sünnet/ selefi salihinin tarzına dönebileceklerini belirterek kapıyı kapatmamıştır.
Üstad, Vehhabi zihniyetini; kök ve niyet olarak; kötü ve bidacı alimlerle bir tutmaz: "...O muharrip/ tahripçi (vehhabilik) dahi; onları (hurafe ve bidatları) tadil etmek ve ifratlarını kırmak lazım gelirken, öyle yapmayıp, bilakis o da tefrit edip köküyle/den kesmeye başladı” şeklinde ifade etmiştir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.