DKM üniversite seminerinin konusu edebiyat idi...
Beğeniler odağa alınan değerler doğrultusunda şekilleniyor.
05.122014 tarihinde, DKM’de üniversite seminerini, Hukuk Fakültesi öğrencisi, Ömer Faruk Kaya sundu. Seminerin konusu, ‘’Edebiyat’’ olan Kaya, seminerini; ‘’Manevra Alanı’’, ‘’Gafil yönü ve Fasık gözü’’ ve ‘’Uyandırdığı Duygular’’ olmak üzere üç başlık altında topladı.
Kaya, seminere ‘’Yedinci sözde; orda hepimizin içerisinde bulunduğu bir durumda bulunan asker, savaş meydanında yolculuk sırasında, şöyle bir durumda bulunmaktadır’’ sözleriyle başlayan Kaya şöyle devam etti: ‘’Sağ ve sol tarafında dehşetli iki yara ve arkasında kocaman ve her an saldırmaya hazır bekleyen bir aslan var. Önünde de bir darağacı var... Böyle bir halde iken sağ tarafından hızır gibi bir zat belirip ona, Me’yus olma, diyor ve her bir derdinin devasını gösteriyor.’’
‘’O bir parça tecrübe ederken bu sefer soldan biri geliyor, Risale-i Nur’da aynen geçen şekliyle okumak istiyorum;
Bundan sonra birden gördü ki: Sol cihetinden Şeytan gibi dessas, ayyaş aldatıcı bir adam, çok zînetler, süslü suretler, fantaziyeler, müskirler beraber olduğu halde geldi. Karşısında durdu. Ona dedi:
-Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.
Hâ hâ, nedir ağzında gizli okuyorsun?
Bir tılsım.
-Bırak şu anlaşılmaz işi. Hazır keyfimizi bozmayalım.
- Hâ, şu ellerindeki nedir?
- Bir ilâç.
-At şunu. Sağlamsın. Neyin var. Alkış zamanıdır.
- Hâ, şu beş nişanlı kâğıt nedir?
- Bir bilet. Bir tayinat senedi.
-Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım! der. Herbir desise ile onu iknaa çalışır.
İşte Kur’an’ın sunduğu insanın her türlü ihtiyacı ve dertlerinin şifalarına karşılık edebiyatın durumu da aynen bu dessas aldatıcı adam gibi. Beşerin yolculuğunda karşısına çıkan temel sorunlara karşı sunduğu hiçbir çözüm önerisi olmamasına karşılık; aldatarak, süslerine hayran bırakarak, sarhoş ederek ve nefisleri gıdıklayarak beşeri baştan çıkarma yoluna gidiyor.
Kur’an kainatı aydınlatıyor ve nasıl ki güneş ışıkları maddi olarak yer yüzündekileri görmemizi sağlıyorsa, Kur’an da bütün kainatı anlamlandırıyor, yani okuyor ve okumayı öğretiyor. Ve insanın iki dünya saadetini sağlayacak ve bütün dertlerine deva olacak şifaları içeriyor. Ve bunları –elbette ki- mucizevi bir şekilde zamanların kayıtlarıyla bağlanmadan, tüm zamanlara hitab ederek yapıyor.
Dikkat etmemiz gereken, beğenilerimizi sefahet gözüyle bakan bir sistemin eline bırakırsak, gerçek güzelliklerden, gerçek yüksek ve ulvi duygulardan anlayamaz oluruz. Evet, yüksek insanların ince ve yüksek fikirlerini ve zevklerini hoşnut eden halet, çocukça heveslere ve sefih tabiatlara elbette hoş gelmeyecektir.
Üstad hazretlerinin hubb-u cahtan bahsederken verdiği bir temsil var. Ayasofya gibi bir camiye giren bir adam, güzel bir sada ile şirin bir tarzda aşir okusa diyor, cemaati hoşnut edecek, ancak girdiği gibi taklalar atsa ve bazı çocukça hareketlerde bulunsa; bütün o camideki azim cemaati rahatsız edecek, gözlerinde düşük bir vaziyet alacak. Sadece haylaz bazı çocuklarla serserileri ve pencerelerden camiyi seyreden bazı eğlenceperest yabancıları hoşnud etmiş olacak. Konumuz itibariyle bu temsilin sadece beğeni kısmına bakıyoruz. Evet, camideki olgun Müslümanlar ile camdan seyreden sefih tabiatlıların ve haylaz çocuklarla ahlaksızların beğenileri bir olmuyor. Birinin beğendiğini diğerinin beğenmesi beklenemez.
Beğeniler odağa alınan değerler doğrultusunda şekilleniyor. Süfli zevkler, sefahet ve nefis ve şehvaniyet penceresinden bakan bir göz Kur’andaki güzellikleri göremez oluyor. Avrupa’dan süzülen bu günün hazır edebiyatı da, ölçüleriniKur’an’a göre ayarlıyamadığından, Kur’an’daki ulvi incelikleri, haşmetliliği göremez ve göremiyor.
1- EDEBİYATIN MANEVRA ALANI
Her kim edebiyatı, hangi kıstasa göre katagorilere ayırırsa ayırsın, edebiyatın içinde dönüp dolaştığı ve haricine çıkamadığı üç temel alan var. Bunlar:
Aşkla hüsün, Hamaset ve cesaret, Tasvir-i hakikat
Hazır edebiyat, kahramanlık ve cesaret noktasında; gerçek cesaret ve kahramanlığı tanıyamıyor. Çünkü cesareti saçma ve kahramanlığı havada kalıyor. Kahramanlık ulvi bir amaca hizmet edecek ki kahramanlık olsun. Kahramanın yüksek bir inancı olacak ki gerçekten kahraman olabilsin. Yoksa, yüksek bir dayanak noktası olmayan, cesarete de kahramanlığa da sahip olamaz. Ancak zahiri bir kahramanlık veya ahmaklıktan kaynaklanan bir cesaret olabilir. ‘’Evet, her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaı imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir.’’(üçüncü söz)
İmandan yoksun bir düşünce cesarete sahip olamadığı gibi hakiki manada anlamaktan dahi uzaktır. Zira tutar, dağ misal yükleri, zerre misal zayif insanın sırtına yükler, sonsuz hazineler fakir insanların elinin altındaymış gibi gösterir.
Hutbe-i Şamiye’de geçen bir temsil var, orada tünelden çıkan trenin geçeceği yolun hemen yanında hiç korkmadan duran çocuk gösteriliyor. Onun yerinde İranlıların meşhur kahramanı Rüstem ve Yunanlıların Herkülü olsaydı, bütün o kahramanlıklarına rağmen korkup kaçacaklardı. İşte, her şeyin dizgininin birinin elinde ve bütün hadisatın bir nizam dairesinde olduğunu bilmenin verdiği cesaret ve bilmemenin verdiği korkaklık...
İşte hazır edebiyat gerçek cesaret ve kahramanlığı anlayamıyor ve kişilere hak etmedikleri kahramanlıkları veriyor. En kötüsü, zalimlerin gaddarlıklarını alkışlıyor; bunu anlamak için çok uzağa gitmemize gerek yok, kendi hazır edebiyatımıza ve yakın tarihimize bakarsak bunu rahatlıkla görebiliriz. Bu gaddarlıkları alkışlamak ile kuvvet hakta iken, hakkın kuvvette olduğu fikrini aşılıyor ve insanları kör kuvvete tapar hale getiriyor.
Aşkla hüsün kısmında ise güzelliği maddede ve aşkı mecazi mahbuplarda arıyor. Bu konuda algısı nefse hitap etmek ve şehvet uyandırmaktan ibaret kalıyor. Evet, batı medeniyetinin kutsal bir pozisyona yerleştirdiği ‘’aşk’’ görüşünde, şehvaniyattan başka temel, nefsin arzularını tatmin etmekten başka çaba bulunmuyor.
Ya aslen nefsini seviyor ve bunun etrafında, diğer sözde sevgiler bulunuyor ki bunlar da gerçek sevgi değil, kendinden dolayı menfaati gereği sevdikleri...
Ya da bir yaratılmışı putlaştırıp, onu seviyor...
Her iki türlü de sevgi heba oluyor, çünkü insana hadsiz bir muhabbet istidatı derç edilmiş iken o tutuyor fani mevcudata sarf ettiriyor ve her iki türlü de onlardan ayrılmasıyla hadsiz azap çekiyor.
Tasvir-i hakikat maddesinde, on ikinci sözdeki temsile değinmek istiyorum; orada bir zaman bir hâkim, Kur’an-ı hakîm’i manasına tam uygun olarak yazıyor; kimi yeri elmas, kimi yeri yakut ve sair başka değerli taşları kullanarak Kur’an’a layık görülmemiş acayip bir tarzda yazıyor. Öyle ki okumasını bilen bilmeyen herkes hayran kalıyor. Bu yazılmış Kur’an’a dair bir eser yazması için gösterdiği iki kişiden biri olan ecnebi, o harfleri okumayı bilmiyor; sadece taşlar ile ve maddesi ile ilgileniyor. Oysa ki o değerli maddelerin her biri o yüksek manaları anlatmak için öyle san’atlı dizilmişti. Bu tutumuna karşılık bu ecnebi feylesof, kitabı başına vurulup hâkimin huzurundan götürülmüş ve ‘’Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş’’ olduğu söylenmişti. Haddinden tecavüz etmiş bir sanatkardır, denilmişti. Bu temsil edebiyat için tasvir-i hakikat maddesinde tam uyuyor. Hâkim, Allah ve Kur’an-kainat, ecnebi feylesof ise Avrupa’nın düşünce tarzını ve ondan süzülmüş olan edebiyatın kainata bakışını gösteriyor. Kainat kitabı, yüksek manaları ifade edecek şekilde süslenmiş iken edebiyat tutuyor, hakikat diye maddede boğuluyor. Esas manasının yanından bile geçemiyor.
Kainata san’atı ilahi suretinde bakmıyor. Sanatkarı ile olan bağlantısını kestiği için bütün değerini düşürüyor ve değerini maddeden ibaret gördüğü için binden bire indiriyor.
Bu haliyle, maddeye aşık olma ve tabiatı bir ilahmış gibi görme eğilimini aşılıyor.
Maddeler ise eskimeye ve kaybolmaya mahkum olduklarından, her biri derin bir azab içerisinde bırakıyor.
Edebiyatın hakikat tasviri, insanı hadsiz azaba girmek zorunda bırakınca; edebiyat buna karşılık, insanları uyuşturmaktan başka çare bulamıyor.
2-GAFLET YÖNÜ VE FASIK GÖZÜ
İnsanın, Kur’an’ın sunduğu şifaları kullanmadığı takdirde, içerisine girmeye mahkum olduğu hadsiz azaba karşılık edebiyat, gaflet perdesini kalınlaştırmak yoluna başvuruyor.
İkinci sözdeki, hayata yanlış gözle bakan adamın hali de bunu tam ortaya koyuyor: ‘’Bakar ki: Her yerde âciz bîçareler, zorba müdhiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vaveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazîn, elîm bir hali görür. Bütün memleket, bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz.’’
İşte edebiyat dahi, romanları, tiyatro ve sinema ve bu gün buna ilave edilmiş olan, pek çok unsur ile bir uyuşturucu etkisi gösteriyor.
İnsan, roman okurken-kahramanla yaşıyor, sinemada-beraber hareket ediyor ve tiyatro izlerken, ölmüş kişileri tekrar sahnede izlermiş gibi bir hal alıyor. Daha doğrusu bunlarla kendini kandırmak, fani ömrünü bakiye çevirmenin olanaksız bir yolunu aramak, olmayan olaylar içerisinde heyecanlanmak ve ölülerden hayat vermesini beklemek yoluna gidiyor.
Bir de dünya içinde paralel bir alem olduğunu farz edip orada oyalanıp eğlenmek, kafamız kumdayken daha fazla sokmaya, çift katlı kum içerisinde kalmaya benziyor. Evet üstad hazretleri, ‘’Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talib bedbaht nefsim! Bilir misin neye benzersin? Deve kuşuna... Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, tâ avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarda. Avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez’’ diyor.
Şu halde edebiyatın sarhoş edici etkisi bir kat daha kum vazifesi görüyor.
Bu konuda edebiyattan medet aramak; ölüden hayat vermesini, yürümesini ve bizi de yürütmesini beklemek gibi oluyor.
Edebiyatın, utanması gereken bir konu çaresizlik içinde insanı sarhoş etmek iken bir diğeri de
Fasık gözü...
Edebiyatın, Kainatı gerçek manada anlamlandıramadığını, sanatkarı ile bağlarını keserek değerini maddesine indirdiğini ve bir sofra-i rahmani olduğunu da fark edemediğini söyledik.
Bununla beraber, Bütün mevcudat ibadet ve tesbih halinde iken onları farklı farklı şekillerde gösteriyor. işte birileri, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri için, ‘’İşte bilmem kim, dünyayı ağlar vaziyette göstermişse Bediüzzaman’ da Allah’ı över bir vaziyette gösteriyor’’ diyebiliyor. Oysa bu bakış açısına göre sanki bazı sanatçılar nasıl dünyayı kendi keyiflerince yorumlamışlarsa Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de (haşa) kendince yorumlamış gibi görünüyor. Oysa ki Risale-i Nur’da geçenler, gerçekte olanlar, kainattaki bütün mevcudat rablerini tesbih edip ona ibadet ediyorlar. Bu bir yorum değil, hakikat ve zaten bize Kur’an-ı Kerîm’in öğrettiği...
Edebiyat ise olmayan şeyleri olmuş gibi gösteriyor. Bundan sonra artık en son seviyede, kainata tam fasık bir gözle bakıyor ve baktırıyor.
Düyaya ahlaksız bir kadının elbisesini giydiriyor. Güzelliği maddede, dış dünyada ararken artık şehvaniyatı tam odağa alıyor. Öyle ki güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi okuyucuya hatırlatıyor. Kandırıcı olabilen kısmında ise görünüşte ‘’Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz’’ diyor. Güya akla tam anlamıyla sefahetin kötü olduğunu gösteriyor, oysa öyle bir anlatıyor ki, insanları bu yönde teşvik ediyor, iştihaları kabartıyor, hevesi harekete getiriyor. Artık akıl aradan çekiliyor ve his söz dinlemez hale geliyor.
Kur’an ise bütün bu saydığımız noktalarda, en güzel seçenekleri sunuyor. Hevayı karıştırmıyor, hakikatleri tasvir etmekte gereksiz hiçbir şeye, hakikatten bir dirhem olsun ayrılığa yer vermiyor. Kainatın hakiki yüzünü gösteriyor. Kainatın Allah’ın sanatı olduğunu bildirdiği için gerçek güzelliği biliyor, maddenin ötesinde sanatkarına nisbet edilerek gelen güzelliği görüyor. Kör kuvvete taptıran, edebiyatın mukabilinde; hakiki kudreti biliyor ve herkese hakkını veren Cenab-ı Hakkı tanıtıyor ve hakperestliği aşılıyor.
Her olay ve yaratılmış olan her şeyde bir mana ve kainatın dahi Allah’ın ayetleri olduğunu gösteriyor. Kainatı okuyor.
3. UYANDIRDIĞI DUYGULAR
Her ikisi, iki farklı duyguyu da veriyor. Bunlar: hüzün ve şevk...
Hüzün kısmında, bir fakd-ül ahbabdan bir de firak-ul ahbabdan gelen hüzün var.
Fakd-ül ahbaptan gelen hüzün, Avrupa’nın edebiyatının verdiği hüzün; karanlık, ahbapsızlıktan ve sahipsizlikten gelen, öksüz bir yetimin yetimin ümitsizce ağlayışı gibidir.
Zira tabiat ve kuvveti merkeze aldığından, tabiatın sağır ve yakarışlarını duyamaz ve kuvvet de kör, daima tecavüzlere yol açıyor ve her şey bu halde devam ediyor olduğundan; alemi bir vahşet alanı olarak görür; başka bir halde de göstermez. Böyle çaresiz bir vaziyete soktuğu insanı, kainat içerisinde yalnız ve her şey ona yabancı bir vaziyette yabancılar arasına koyar. Ümitsiz ve iç parçalayan bir halde bırakır.
Şu halde heyecan hissi ile ilhada kadar gider. Dinden çıkma ve Allah’ın isim ve sıfatlarını yok sayma kıyısına gelir; dönmesi çok zor olur; kimileri derin bir vahşet çukuruna yuvarlanır.
Firak’ul ahbaptan gelen hüzün ise yetimane değildir, âşıkanedir. Firak’ul ahbap; dostlardan ayrılık manasına gelir. Ulvi bir aşığın ümit ve kavuşmak üzere olan bir iştiyakı içerisinde barındıran hoş şarkısına benzeyen bu ayrılık, geçici ve kavuşmak üzeredir
Kainatın her bir noktasında rahmeti ve kudretiyle kuşatan bir yaratıcının varlığının bildirir; kainatın bir vahşet alanı olmadığını gösterir. Şu halde Kainat artık bir dostlar meclisi haline geliyor, her ne kadar sevdiklerinden ayrılmanın hüznü var ise de, içinde bulunduğu yerde bütün mevcudatın birbirinin imdadına koşması ve diğer güzel manzaralar onu ferahlandırıyor.
Yani bu hüzün, gamlı kederli öteki gibi saçı başı dağıtmayı gerektiren bir hüzün değil; kavuşmayı bekleyen, iştiyaktan ileri gelen tatlı bir hüzün.
Bir de şevk var.
Edebiyatın verdiği şevk; nefsi heyecana düşürüyor. Heves, hakim hale geliyor.
Bu durumda ruh rahatlamıyor...
Kur’an’ın şevki ise ruhu heyecana getiriyor. Nefsi susturup, ruhu, aklı, sırrı yüksek mevkilere asıl layık oldukları konumlara teşvik ediyor. Uhrevi ahbaplara, cennete ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i cemalullah’a doğru olan, latif, edepli ve masumane teşvik.
İşte Bediüzzaman Said Nursi hazretleri burada uyanan bu hüzün ve neşeye göre olan temel bir kıstası bize gösteriyor. Eğer karşımızdaki şey bize Kur’anî olan bir hüzün ve şevk yerine, kendini sahipsiz hisseden Allah’ın rahmetini itham eden bir hüzün veya nefsaniyatı harekete geçiren bir şevk veriyorsa bu alet haramdır. Yani, roman ya da sinema ya da tiyatroyu değil her hangi bir bizlerde his uyandıracak aletin, şahsımızda gösterdiği tesire göre haram veya helal olduğunu söylüyor.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.