Doğduğuna Pişman Ederler
Cemil KARAKULLUKÇU'nun yazısı...
Bir fabrika için mi, yoksa herhangi bir iş için mi, yoksa maddi çıkar sağlayan bir görev bölümü için mi, yoksa para için mi? Değil hiçbiri. Yoksa insanı şöhretle buluşturan, öyle paylaşılmayan bir makam için mi? Bu da değil. Özetle anlayacağınız cebe, boğaza, yani mideye girecek bir şey yoktu ortada.
Ee, ne vardı öyleyse? Ya da madem ki bunlar yoktu, ne oldu da öyle yutkunarak söylenip duruyorsun da diyebilirsiniz.
Benim huyumu bilmiyorsunuz galiba. Kafama takılan şey, hele hoşuma da gitmiyorsa, dilimin ucuna çok zor gelir; kelimeleri de kerpetenle ancak çıkartabilirsiniz. Önce bunu bilin! Sonra geveleyip durduğum şeyleri benden dinlemeye kalkın. Kurgusu tam bir hikaye anlatacak da değilim ha. Üstelik film gibi uzun, yer yer kan durdurucu, yer yer kan akıtıcı ve yer yer de nefesleri kesen, ne bileyim macera dolu hikayeleri hiç sevmem. İçime girecek, içimle örtüşecek şeyleri dinlerim, okurum ve onları uzun uzun içimde pişiririm; tam kıvamına gelince, öyle kalabalık yerlerde değil, çekilirim birbaşıma önce yine içime anlatırım onları; içimden kabul görürlerse, hah işte o zaman başkalarının da dinlemesine servis yaparım.
Servisimin öyle şatafatlı olacağını sanmayın. Ne varsa onu veririm ben. Önceden hazırlanan bir menüm de yok. Yani umduğunuzu bulamazsınız bende; beni dinlemek isterseniz biraz sabır ve biraz da kanaat gerek. İç dünyanızın benimle örtüşmesi önemli. Ha, konuyu dağıtma diye beni uyarabilirsiniz. Dedim ya, kurgum yok benim; hazırlıklı olmayı da sevmem. Aksine peşin fikirli olduğuma inanırım. Böyle olunca, söyleyeceklerim başkasına dayatılmaya dönüşür; bakın, onu hiç ama hiç sevmem. Ne diyeceğim ki, ne kadar önemlidir ki, başkasına ille de kabul ettireceğim ne var ki, çıkarım ne ki, bu “ki”ler uzayıp gider, çok önceden tuzak kurar gibi kelime ve cümleleri özenle seçip onlardan bir büyük söylev hazırlayayım.
Ah, bıktım o tür konuşmalardan ki, içeriğinde egonun tatmini var, söylenmesi gerekenler art niyetle sıralanarak kurgulanır ve allanıp pullananlar hile kokar. İçtenliği severim ben içtenliği! Yalandan nefret ederim; birini aldatamam ve aldatılmam da iyi koyar bana. Söz verip de birkaç saniye sonra cayana ise içerlenirim; o anda ona bir şey diyebilmişsem ne güzel, yoksa hemen sonra için için kendimi yerim. Ben buyum işte. Hoşlanırsanız, dinlersiniz! Öyle zorla vereceğim malım da yok.
Daha önceden üzerinde bir görev vardı; kutsal yanı olan bir görevdi ya. Yapabilen ve bir de beceren ancak ona istekli olurdu. Ama günlerdir, belki aylardır ve belki de kendisine verildiğinden beri bu görevin üzerinden alınmasını istiyordu. Allah için diyecek olursak, görevini de dört dörtlük yapmıştı ha. Bu yanına bir şey diyecek yok. İlle de görevin kendisinden alınmasını ne diye istiyordu o halde? Elbette onun bileceğiydi. Belki de biraz da başkası, manevi bir kazancı vardı mutlaka, yararlansa diye düşünebilirdi. Hoş yine elbette bulunmaz bir hint kumaşı da değildi.
Görevler, hele yapılması gereken kutsal görevler, yani davalar boş kalmazdı. Bir yanıyla bizimse davanın, diğer yanıyla gerçek sahibine aitti. Makam hırsıyla da yapılmazdı o görevler. Çıkar amacıyla ise hiç yapılmazdı. “Beni mazur görün” deyeni o gibi görevlerde zorla tutmak doğru olmazdı, tutulmamalı da. Gelirdi hiç tanınmayan birisi, kendisinden beklenilmeyen bir performans gösterirdi. Bu içtenlik meselesidir, sevgi ve aşktır. Kimde olduğu da önceden pek bilinmez. İç zenginlikler çok derinlerdedir; öyle sıradan kişiler ise bunun hiç farkına varmazlar. Yetenekler de öyledir. Ancak işlevlerinden, “ha!” denilir; yani anlaşılırlar.
Kutsal görevler hep böyledir. Naza da gelmezler. Çünkü o görevler naz yeri değiller; içtenlik, gösterişsizlik isterler. Oralarda bulunanlar öyle davranmalılar ki, orda olduklarını bile belli etmemeleri için olanca gizlilik taktiklerini kullanmalıdırlar. Bir bu gibi görevlerde kişiliğimiz silikleşmeli. Görevde yok olmak derler buna. Ve buna candan içten gayret derler, karşılıksız sevgi derler ve de isterseniz, siz buna gerçek aşk deyin; hepsi de yakışır.
Yine bu görev, yine parasız, pulsuz, makamsız, şöhretsiz, sırf gerçek dava sahibi olmak için, birlikte koca bir kayanın altına el koymak için ya da onu omuzlamak için, daha bir dizi gönüllülükler için toplantı yapılıyordu. Gönüllülük esasına göre bir görev bölümü yapılacaktı. Ama gönüllüler, yapabilir diye gizlilik ilkeleri çerçevesinde seçileceklerdi. Ne olurdu açıktan yapılsaydı bu seçim? Yok, o zaman kalpler kırılabilirdi; kalplerdeki açığa vurulurdu da başka kalpler, karşılıklı kalpler kırılır, incinir diye gizliliğe uyuluyordu. Bütün seçimler demokratik olsa da özelikle bunların gizlilik içinde olanı, demokrasinin ruhuna daha uygun.
İşte, zorlamanın en küçük bir belirtisi olmayan, böylesine hasbi bir toplantıda, “ne olur beni seçmeyin”; yani beni mazur görün demenin zorunluluğu olmayan bir toplantıda, tutup “gerçekten ben istemiyorum seçilmeyi” diye masumca görülen isteğini açıkladı; yalnızca açıklamakla kalmadı, istememesine rağmen yaptığı fedakarlığı gösteren hallere girdi. Ama oradakiler, hasbi olarak o saatte bulunarak, kutsal bir davaya olan vefalarını gösterenler, yine de yaptığı çalışmalarına karşılık hem ona hem de yardımcısı olacak birine oylarını verdiler. Onlar içlerindekinden yana, görev alınmaz verilir anlayışına göre tavır takındılar. Onun mazereti varsa, yardımcısı üstlenir görevi. Bunu da düşünmüş olabilirlerdi. Görev yerde kalmaz; bulunur bil el kaldıran ya da gönderilir. Kutsal görevler için içtenlik, doğruluk asıldır.
“Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli” diye kutsal bir söz var; sanki bu söz bu kutsal görevler için söylenmiş. Yapılanı kendisi de bilmemeli insanın. Yalanın, şikenin hiç girmemesi gereken durumlar kutsal görevlerin yerine getirilmesi aşamasındadır. Yalan, içtenlikleri bozar, ele geçmeyen bir çıkarla sonuçlanır. Çıkarı olmayan bir şeyin niyetlerle çıkara bulaştırmak kadar korkunç bir şey olamaz. Masum bir şeyi durup dururken canileştirmek, canavarlaştırmak ve hileleştirmek ya da en azından saflığını yitirmek, bulandırmak…
Seçilenler belli olunca, gündemde daha üst bir görev için seçilenlerin arasından yeni birinin seçilmesi vardı. Ne olduysa burada oldu. Kıyamet mi koptu? Yok canım. Ama bana göre, daha önceden seçilmek için nazlananın kişiliği zedelendi; kişiliği bölündü desek daha iyi olur ve belki de kişiliğinin kıyameti koptu. Çift kişilik gibi bir şey ortaya çıktı. Hem istiyorum hem istemiyorum demek gibi bir şey. Aynı anda hem olumsuz ve hem de olumlu olabilir mi insan? Hem sevmek ve hem de sevmemek, yani düşman olmak. Bunlar ne için? Kutsal, son derece masum bir dava için. Tek isim gerekti. Biri teklif edildi. O da hasbi bir başkasını teklif etti; tevazu gösterdi. Yoksa göreve karşı nazlanmadı. Onun üzerindeki karar henüz kesinleşmeden, önceki seçimde “beni mazur görün” diyenin önceki sözünün, bir nazlanmadan ibaret olduğu açığa çıktı. Çünkü “o üst görevi ben istiyorum” diye adeta ısrar ediyordu; daha önceleri böylesi bir görevin anlamsızlığını ileri sürerek bir daha böyle toplantılara bulaşmayacağını söylüyordu ya. İlke bazında etik değilse de, bu mertçe tutumu da arkadaşlarınca alkışlanmıyor değildi hani. Değil tevazu göstermek, son derece istekli olduğunu gösteriyordu bu kez. Hiçbir çıkarı olmayan ve bu tür bir hileyi aklına getirmeyen birçok üyelerin oyları ondan yana olacaktı. Bu kadar hararetli, yani istekli ise varsın o çıksın, ne olurdu sanki!
Başkası seçilse ne olurdu? Yapılacak görev noktasında, inanın, değişen bir şey olmazdı. Ama o seçilmesine ısrar etmemiş olsaydı, çok şeyler değişirdi. Uğrunda koca bir hayat verdiğimiz kişilik denen şey parçalanmazdı, ayaklar altına alınmazdı. Yalan söylenmezdi. Birileri aldatılmazdı, birilerinin duyguları istismar edilmezdi. Muhatabı kim ise bir ikilem yaşamazdı; yani önce “takdir” ve hemen sonra takdiri yerin dibine indirmezdi. Açıktan açığa yakışık olmazdı belki; ama iç dünyalarında “ne için bu nazlanma ya da bu hile” diye duygu erozyonunu ya da duygu kırılmasını yaşamazdı. “Ahh, neden neden?”diye günlerce bunun analizini yapmak için zamanlarını boşa harcamazdı. Evet evet, onun tezatlı kişiliği açığa çıkmazdı. Hakkındaki bütün güzel duygular, düşünceler, iyi niyetler, tatlı bakışlar, olumlu kanaatler yıkılmazdı. Bir hiç uğruna bunca yıkımlar nasıl göze alınır? Ne için? Herhangi bir çıkarı olmayan bir kutsal görev, herkese aynı mesafede olan bir görev için.
Eh, olan oldu diyelim mi? İsim vermeden konuşuyorum ben. Dedikodu yapmadığımı da bilin. Bu hikaye biraz da benim için. Dedim ya başta, ruhuma yakın olanlar kulak versinler. Yine benim için, bu benim de elimde olmadan gelişen kurgunun bir analizini yapayım, olmaz mı? Ben benim için diyorum; ama siz kulak verip de buna benden daha çok ilgi duyup, “ne demek senin için, tam da bizim içimizi deştin” de diyebilirsiniz. Onu bilemem.
Bu ruh ve davranış tezadını yaşayanın duygusunu doyuma nasıl kavuşturmuş olabilir? En masum bir düşüncesi, olsa olsa “bu kutsal davayı başka ellere teslim etmem” şeklinde olabilir. Yok öyle bir şey. Dava hiç kimsenin tekelinde olamaz, olmamalı. Olsa ne olur? O zaman, birinin ya da birilerinin yorumunda boğulur; gelişemez, boy atamaz, çok küçük bir azınlıkla sınırlı kalır. Daha, bu duyguya, en iyimser düşünülürse, başkalarının ilgisine güvensizlik eşlik eder. Kendisi ne kadar güvenilir olduğu da tartışılabilir, değil mi? Ama başkalarının düşüncelerini yok sayıp, yalnız kendi tavrını beğenirse, işte burada durmak gerek; o zaman kendini beğendiği açığa çıkmaz mı? Nerden biliyor kendisinin hata yapmadığını, yapmayacağını? Zaten davayı kendi ipoteğine almış; başkalarının ne yaptığını ya da ne yapacağını nerden biliyor? Yok, o davanın sahibi olamaz, o olsa olsa hasbi olarak davaya kendisini adar ve davanın önüne engel olmaz, önünü hep açık tutar. Dava gerçek sahibinindir çünkü.
“Hayır” diyebilir, “Yalnız benim bu davanın neferi.” O zaman, ya düşüncesini dayatır birilerine, yani bir müstebit olur çıkar ya da kıskanır birilerinden davayı; evet evet, birilerini kıskanır ve geniş tabana yaymada cimrilik eder. Tabana yayılırsa, birileri çıkar daha içten, daha kararlı ve daha cömert. Onlar büyürler, onlar dal budak salarlar, amaca doludizgin koşarlar… Güzel işte, diyebilirsiniz; ama siz dersiniz! Cimri olan ya da kıskanan, kendisinin silikleşeceğinden ödü patlar. Bu korkusunu takoz koymakla bastırır. Bastırır sadece. Günler çok geçmez; bir de bakarsınız bütün korkular sarar her yanını.
“Sahibiyim” demeyebilir? Kıskanmayabilir, cimri de davranmayabilir. Güzel derim o zaman. Benim dünyamda başkalarının temize çıkması var ve sevinirim duygularımın takıntılardan uzak olmasından. Hani herkes temiz, katıksız, şöyle içten, içi dışı bir olsa, nereye bakarsan doğruluk aksa ve neresine dokunursan hep sağduyu koksa… İşte cennet toplumu!
Böyle değilse, başa dönelim yine. O sergilediği tavır neye? Çıkacağım dedi, sözünde dursaydı ya. Söylediğinden caydıran neydi peki? Birilerinin ilgisini mi çekmek istiyordu? Yoksa ona birileri bir şey dedi de, onların isteğine mi tutsak oluyordu? Yoksa birilerinin dikkatini başka tarafa çekerek içindekini uygulamaya mı geçmek istiyordu? Yoksa ne kadar hasbi olduğunu öyle yaparak göstermeyi mi tasarlıyordu? Yoksa böyle yaparak oy vereceklere “aman sen tam layıksın buna” diye dedirterek, duygu sömürüsünü ve sonra bunu istismar etmeyi mi kafasına koymuştu? Yoksa, evet yoksa ne kadar fedakâr davrandığını mı göstermek istiyordu? Hadi bunu da söyleyeyim, yoksa şov yapası mı gelmişti? Ne mi bunlar? Kem küm yok, bunların hepsi iki yüzlülüktür. Muhatapların kişilikleriyle oynamaktır. Sanki karşısındakiler bir şeyden anlamazmış da, hepsini enayi enayi faka basmanın pişkinliğidir.
Bunların hiçbiri değilse, o zaman söyledikleri ve takındığı tavırlar düpedüz yalandı. Durup dururken, sebepsiz yere yalan söylemek ise hasta bir ruhun sergileyeceği tavır. Yok, onun aklından zoru yoktu. Belki de kendini en akıllı sanıyordu. Onlar uyusunlar, ben kendimi taktiğimle sıyırayım da bir görsünler; doğrusu bunu düşünüyordu. Arkadaşlarının sırtlarına, omuzlarına basa basa, duygularını yıprata yıprata ve kan ter içinde yol almak; iş bitince de hepsinin yüzüne bakarak için için gülmek, gülmek değil sırıtmak… Tuttuğu yolun tutarlılığından ne kadar emin? Emin de olsa, o yolda yalanla, hile ile, birilerinin duygusunu istismar etmekle yürünmez. Sonu şüpheli bir yolda bile bile yürümek o yolun tıkanmasına nedendir. Bu ise ihanettir. Değer mi bugün var yarın yok olacak dünyaya be kardeşim!
Aaah, ne ah! Bu insanlar beni deli eder. Doğduğuma pişman ederler.