Mustafa ULUSOY
Dünya, nesin sen!
Onu elime aldığımda ne bir yaz gününün sığınağı işe yarıyordu, ne bir ağacın gölgesi. Sıcaktan çatlayan bir yaz gününde, baharda yağmış kar gibi soğudu dünya. Kara tahtada kara bir haber gibiydi. Öyle miydi?
Üç dört tanesi yan yana diziliydi. İçlerinden biri tam taba rengindeydi, elimde olan oydu. Bahar yaza çevrilmiş, yazın saçlarınaysa aklar üşüşmüştü. Ağaçların tepesinde yer yer sararmış yapraklar tutturulmuştu. Düştü düşecek. Her şeyin düşüşünü haber veren...
Yürüyordum. Caddede. Dünya yanı başımdaydı. Som altından kasırlarındaki duvarların yer yer dökülmeye yüz tuttuğu dünya. Aldatıcı dünya. Öyle miydi? "Ey dünya, nesin sen!" diye seslenmek geldi içimden. Seslendim. Sesimi sadece kendime duyurabildim. Yalnız sayılmazdım anlayacağınız. Sesimi başkasına duyuracak mecalim yoktu. Sesimi kendimden başka duyacak kimse de yoktu. Öyle miydi?
Yürüyordum. Durdum ve bir arkadaşıma sararmış yaprağı gösterdim. "Ne var ki bunda, yaprak işte..." der gibiydi bakışı. Belki de bana öyle geldi. Eline aldı ve masaya bıraktı, oradan buradan konuşmasını sürdürdü. Kopmuştum. "Ne düşünüyorsun?" diye sordu. "Hiç..." dedim.
Yalan söylemiyordum. "Hiç"i düşünüyordum. Dünyanın hiçliğe bakan fâni, geçici yüzünü. Dallardaki tek tük sararmış yaprakları koparan rüzgârdı. Dünyanın tutam tutam saçlarını yolansa fânilik rüzgârı...
"Ah dünya!" diye seslendim yeniden. "Nesin sen? Üzerine ayak basanların tümü toprağının bağrında yatıyor. Neden çağırırsın böyle kendine bizi? Tebessümlerin ne aldatıcı. Gülümsemelerin altında hangi hesaplar yatıyor? İlginin hesabını kitabını tutan, tüm nazarları kendine çevirmek isteyen çılgın ve kıskanç bir sevgili misin? Kendine bizi çağırırken bir bak kendine. Alnına düşmüş beyaz tutamlara bak. Bak ve sus. Bak ve çağırma kendine bizi."
Avucumdaki sararmış yaprak, "Hususan benim gibi nefs-i emmâreyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur." cümlesini fısıldadı. Dünyanın adına da konuşuyor gibiydi. Sonra...
Sonra, Zamanın Bilgesinin sesi yeniden yankılandı içimde. "Beni dünyaya çağırma!" diyordu. Sesi titrek ve hüzünlü... "Çağırma, çünkü Ona geldim fenâ gördüm." Dostsuz ve sevgilisizliğinden değildi kalbinin yakarışı. "Habib desen onu buldum, Ah... firakta çok elem gördüm."
Dünya susmadı. Kaşlarını çattığı düştü hayalhaneme. Yarı küskün bir seslenişle seslendi: "Beni yanlış anlayan sensin. Seni kendime çağırmıyorum ki!"
Dünya kime çağırıyordu bizi peki? Bu cümlelerin sahibinin yazdığı "İkinci levhaya baksana!" dedi içimdeki ses. Baktım.
"Vücut burhan-ı Zât oldu, Hayat, mir'ât-ı Hak'tır, gör." Görmeye çalıştım. Varlık O'nun delilleriydi. Varlık O'nu anlatan bir dildi. Yaz içinde kış, sonbaharın içinde bahar, saçların üzerine yağmış aklar, ölümün içindeki hayat, hayatın içinde saklı ölüm. Dertlerin içinde hayır... Hayırların içinde şerler. Her şey bir aynaydı. Dünya bir aynaydı. O'nun ayetleriydi her şey. Her hal, her yaşantı O'na sessiz bir yakarıştı.
Ah dünya. Dünyasın işte. Başlayan ve biten... Sonsuzluğun kapısısın sadece. Başka hiçbir şeysin. Vallahi öylesin. O'nu anlatmak dışında nesin sen, söylesene nesin! O'ndan haber verişin dışında bir şey misin? O'na bakan yüzün dışında bir oyun ve eğlenmesin.
Ah dünya. Karanlık zindanında O'na açılan bir penceresin yalnızca. Ah dünya. Kâh ürkeklikle, kâh sevinçle yaşıyoruz seni işte.
Yürüyordum. Caddede. Aklıma nedense şairin (Biancamaria Frabotta) şu dizesi düştü: "Gözlerini ödünç verir misin bana, sana bakmak için." Derken, onu gördüm.
Zaman
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.