Alaettin TAŞKIN
Duygularımın mâliki ben değilim
İnsan, eşyaya muhatap olduğunda, kâinatı gözlemlediğinde insaniyet gerçekliğinin bir gereği olarak bu şeylerin varlık kaynağını sorguluyor.
İnsan, böyle bir sorgulamaya girdiğinde görüyor ki ne kendisinin ne de kâinatta hiçbir şeyin kendi varlığını sağlayacak özelliği vardır. İnsan; kendisinin, çiçeğin, ağacın, güneşin, yıldızın ve sair şeylerin kendi var oluşlarının kaynağı olacak hiçbir özelliğe sahip olamadıklarını görüyor, gözlemliyor. Hatta her şeyin ve kendisinin her an bir 'yapılma' halinde olduğunu görüyor, anlıyor. Bu gözlemleri sonucunda insan, durup düşünüyor ve şöyle bir sonuca varıyor: Benim ve kâinatta hiçbir şeyin kendi varlığını sağlayacak hiç bir özelliği yok ve her şey hep bir 'yapılma' fiiline maruz durumda bulunuyor. Öyle ise bu kâinatı, bu eşyayı ve beni yapan, kâinat cinsinden olmayan bir kaynak olmak durumundadır. Yoksa ben, kendimin ve kâinatın varlığını izah edemem. Yoksa kendime ters düşmüş, kendi gerçekliğimle çelişmiş olurum.
Kâinatta ve kendisinde yapmış olduğu gözlemlere dikkat ettiğinde insan; bu 'yapılışın' kaynağının, kâinat cinsinden olmayan, yani mutlak olan bir kaynak olması gerektiğini anlıyor. Çünkü kâinatta gözlemlenen 'yapılış’,
- Tüm kâinatı ihata eden bir fiil olarak gerçekleşiyor. Öyle ise tüm kâinatı ihata eden bir fiilin kaynağı ancak mutlak olur.
- Bu yapılışın her bir noktasının var olabilmesi için sonsuz bir kudretin gerekli olduğu anlaşılıyor. Çünkü sonsuz kudreti olmayanların yok olan bir şeyi var edemedikleri görülüyor. Üstelik sonsuz kudreti olamayan yani kâinat cinsinden olan şeyler, varlığı kendinden olmayan ve hep var edilmeye muhtaç olan şeyler olduğu görülüyor. Kısaca sonsuz kudret dışında hiçbir şey, bir şeyi yok iken var edemiyor. Öyle ise bir şeyi yok iken var eden kaynak ancak sonsuz kudret sahibi olan, yani mutlak olandır.
- Kâinatta gözlemlenen bu 'yapılış' fiili, devamlı yenileniyor ama o yapılıştaki düzenlilik, ölçülülük vb. özellikler değişmeden, eksilmeden devam ediyor. Kâinat çapında sürekli yenilenerek devam özellikleri içeren bir yapılışın kaynağı ancak mutlak olabilir.
İnsan, gözlemleri sonucunda ulaştığı bu çıkarımlarının Kur’an’ın temel mesajı olan “la ilahe illallah” ile Yaratıcının kendisine yapmış olduğu rehberlikle uyumlu olduğu sonucuna ulaşıyor. Yani insan, gözlemlerinde “la ilahe illallah” hakikatini müşahede ediyor. Kâinatın bir 'la ilâhe' alanı olduğunu, kâinat cinsinden hiçbir şeyin hiçbir varlığın varlık kaynağı olamadığını gözlemliyor. Bu gözlemleri sonucunda ise kâinatta gözlemlenen ‘yapılışın’, varlıkların kaynağının ancak mutlak özelliklere sahip olan bir kaynak olması gerektiği sonucunu çıkarıyor ve bu çıkarımından emin oluyor. Böylece insan, kâinat gözlemleri ile Kur’an’ın rehberliğini buluşturmuş oluyor. İnsan bu buluşmayı fark ettiğinde Kur’an’ın, kâinatın ifade ettiği manaları 'kolayca’ okuyabilmesi için Yaratıcının merhametinden insana yapmış olduğu bir rehberlik olduğunu anlıyor.
İnsan, kâinatla olan ilişkisinde kendisinde duyguların ortaya çıktığını görüyor. Ve bu duygularının kâinatta gözlemlediği özelliklerin duygu cinsinden karşılığı olduğunu görüyor. Bu farkındalıkla kâinatın, eşyanın varlık kaynağını sorguladığı gibi duygularının da varlık kaynağını sorguluyor. Böylece hiçbir duygusunun varlık kaynağının kendisi olamadığını ve kendi bedenindeki et, kemik, hücre, gen, atom vb. şeylerin de duygularının varlık kaynağı olamadığını anlıyor, görüyor. Mesela nasıl ki insan, kâinatta gözlemlediği 'düzenlilik' fiilinin kaynağının kâinat cinsinden bir şeyin olamadığını görüyor. Öyle de kendisinde ortaya çıkan 'düzenli olmak' duygusunun da varlık kaynağının kâinat cinsinden bir şeyin olamadığını müşahede ediyor. Yine kâinatta gözlemlenen ‘yapılış fiilinin' kaynağı elbette her şeyi 'görerek' yapıyor. İnsanda da göz ve görme fiili var. İşte insanda var olan gözün ve görme fiilinin kaynağı, insanın kendisi olamaz ve kâinat cinsinden hiçbir şey de olamaz olduğunu insan anlıyor.
İnsan, Kur’an’ın rehberliği eşliğinde kâinatı ve kendi var oluşunu düşünmeye, sorgulamaya devam ederek kâinatta gözlemlediği manaları kendi iç dünyasında da müşahede etmeye başlıyor. Böylelikle kâinatı 'düzenli yapan' bir kaynak var demekle kalmıyor. Bu hakikati kendi iç dünyasına taşıyarak kendisinde ortaya çıkan 'düzenli olmak' duygusunun kâinat cinsinden olmayan mutlak olan bir kaynak tarafından verilmiş olduğunu anlıyor. Böylece insan, kendisinde ortaya çıkan 'düzenli olmak’ duygusunun sahibinin kendisi olmadığını anlıyor. Ve kendisinde ortaya çıkan ‘düzenli olmak' duygusunun kâinatın varlık kaynağı olan Mutlak Varlık'ın 'düzenleyici' özelliğinin bir yansıması olduğu sonucuna ulaşıyor.
İnsan, bu sonuca vardıktan sonra kendisinde 'düzenli olmak' duygusu ortaya çıktığında Yaratıcının 'düzenleyici' (Munazzım) özelliğinin yansımasını, tecellisini gözlemlemiş oluyor. Böylece insan, kendisinde var edilen 'düzenli olmak’ duygusunun vesilesiyle Yaratıcının 'düzenleyici’ özelliğinin huzurunda olmuş oluyor. Yaratıcının 'düzenleyici’ özelliğine kendi iç dünyasında 'hâzır ve nâzır' olarak tanık oluyor.
İşte insan, var oluşu sorunsallaştırmakla kendisinde ortaya çıkan sayısız duygunun aracılığıyla Yaratıcıyı özellikleriyle (Esma-i Hüsna) kendi iç dünyasında tanımış oluyor. Yaratıcının özelliklerinin huzurunda olmuş oluyor. Yaratıcının özelliklerini kendi duygularında hâzır ve nâzır olarak müşahede etmiş oluyor. Kendi iç dünyasında, özellikleri vasıtasıyla Yaratıcıyla 'beraber' olmuş oluyor.
Böylelikle insan, hiçbir duygusunun, hiçbir özelliğinin mâliki, sahibi kendisi olmadığını anlıyor. Ve duyguları ile onların varlık kaynağının arasına girmeyerek onları saptırmıyor. Onları varlık kaynağına bağlayarak değerlendiriyor. Onları varlık kaynağından koparmamış oluyor. İnsan bu gerçeği kavradığında kendisinde ortaya çıkan duyguların aslında Yaratıcının bir tecellisi, bir yansıması olduğu sonucuna ulaşıyor. Hatta duygularının Yaratıcının bir çeşit ‘konuşması’ olduğunu anlıyor. Yani Kur’an Yaratıcının söz cinsinden konuşması, çiçek Yaratıcının madde cinsinden konuşması ve duygular ise Yaratıcının duygu cinsinden konuşması oluyor.
Bu hakikat idrak edildiğinde duygularının, yani kalb dünyasının bir deniz gibi olduğunu anlıyor insan. Ve o denizde var edilen her bir dalganın (duygunun) aslında Yaratıcının bir özelliğinin yansımasından ibaret olduğunu anlıyor, görüyor. Nasıl ki çiçek Yaratıcıyı tanıtmak için var ediliyor, öyle de insandaki duygular da Yaratıcıyı tanıtmak için var ediliyor. Demek ki duygular insanın kendisinin mülkü değildir. Öyle ise insan, duygularını onları var edeni tanımak için değerlendirmelidir.
Tasavvuf literatüründe çok bahsedilen “fenafillah” tabirini bu bağlamda yorumladığımda benim için gayet makul ve insaniyetimin ulaşması gereken bir hedefi olduğunu anlıyorum. Yani fenafillah demek; duygularını Yaratıcıya ait kılmak, duygularını Yaratıcıya bağlayarak kullanmak demektir. Yani her bir duygunda Yaratıcının bir özelliğinin yansımasını gözlemlemektir fenafillah.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.