Mustafa H.KURT
Ehl-i Beyt’in milliyeti *
Yakın zamanın en fitneli ajitasyonlarından biri olan ‘karikatür’ edepsizliğinin gündemde olduğu günlerdi. Afrikalı Hıristiyan bir tanıdığım, bir sohbet esnasında biraz da tedirgin bir ifadeyle sormuştu:
-“Yüzlerce yıl önce vefat etmiş bir insanı bu derece savunmak nedendir? Müslümanlar bu konuyu neden bu kadar büyütüyorlar ki?..”
Daha çok, samimi bir meraktan kaynaklandığına inandığım bu ifadeler, tıpkı 2012’deki ‘film’ tahriki karşısında kimi Müslümanların düştükleri (o pek de Müslüman’ca olmayan) şiddet sarmalının oluşturduğu şaşkınlık ve tepkide de okunabildiği üzere, tahrifat ve sekülarizm gibi silindirlerden geçmiş ‘medeni’ dünya ile, bu gibi silindirlerin bir türlü ezemediği bir inancın müntesipleri arasında “inanca verilen önemle” ilgili nasıl derin bir uçurumun bulunduğunu gösteren ibretli bir örnek olarak yer edinmişti zihnimde.
Ancak bir zaman sonra bu örnek, hem Hz. Peygamber aleyhisselatü vesselamın ifade ettiği mana ve değerin ancak o değerin de kaynağı olan iman ve Muhabbetullah’la anlaşılabileceği gibi kesin bir hakikati; hem de O’nunla ilgili olduktan sonra, en küçük bir ayrıntının dahi hemen her alanda ne kadar büyük bir öneme sahip olabileceğini anlama adına değişik ufuklar açacaktı dünyamızda.
Zira belki tüm dünya da biliyordu ki artık, bugün dünyanın neresinde olursa olsun müminler, kelimelerden de çok, O’nunla ilgili o ‘anlaşılamaz’ derinlikteki ortak muhabbetle gayet iyi “anlaşabiliyorlardı” birbirleriyle. O muhabbetin nasip olduğu sineler, her zaman tanışlardı birbirlerine...
Dahası, konu ‘O’ olunca müminler için meslek, meşrep, mezhep, nesep, vs. ayrılıkları da ‘anlamlarını’ büyük oranda yitirmekteydiler. O’nun sevgisinin sıcaklığı, hep hatırlatıyordu sevenlerine kendilerinin aslında tek bir ümmet ve kardeş olduklarını.
Kısacası, tarih boyunca hiçbir insan bu denli sevilmemişti inananlarca.
O kadar ki, bu ümmet o şefkatli Nebî aleyhissalatü vesselam’la çok uzaktan da olsa bir kan bağı bulunanları bile, –istisnalar bir yana- her zaman için çok sevmiş ve her fırsatta derin bir hürmet göstermişlerdi onlara.
Ve belki de tarihte hiçbir sülaleye, kendileriyle akrabalık kurabilme yolunda bu denli rağbet gösterilmemişti.
Ama o pâk nesil de haklarındaki Nebevî senâyı yaşantılarıyla ispatlarcasına aralarından nice ilim, irfan, tasavvuf, himmet, cihat kahramanları çıkararak, ümmet için tarih boyunca bir ‘omurga’ vazifesi görmüşlerdi hep. Bugün tarih ve özellikle de İslam Tarihiyle kısa süreli bir mesai dahi, o kahramanların hemen her müspet alanda gösterdikleri maddî-manevî kahramanlıkları görebilmeyi, okuyanlarına kolaylıkla sağlayacaktı şüphesiz.
Ne var ki, İslam’ın bu ilim, irfan, fazilet ve kültür pratiğinin öncü erlerinin ırkları/nesepleri/milliyetleri mevzusuna sıra geldiğinde ise, mevzu, kimi inananlar arasında mevcut önemli bir takım algı ve yorum farklılıklarını ele veren bir mesele vaziyetine de bürünebiliyordu kimi zaman...
Seyyidler Arap mıdır? veya Arap mı sayılırlar?
Bu önemli başlığa değinmeden önce, bu başlıkla ele alınacak bazı kavramları manaları, kasıtları ve kapsamları yönleriyle öncelikle ele almak, sanırım en başta kavram karmaşasını ve buna bağlı anlama zorluklarını bertaraf etmede kolaylıklar sağlayacaktır.
Zira önemli bir tarihi arka plana sahip hemen her kavramda da görülebileceği üzere; “Ehl-i Beyt” veya “Âl-i Beyt - Âl-i Resül (s.a.s)” ya da sık kullanılan ifadesiyle “Seyyidlik” kavramlarını hem kullanıldıkları yere, hem de tarihsel süreç içerisinde edindikleri anlam çeşitliliğine (ya da kaymalarına) dikkat etmeden ele almak, bu konuda önemli bazı anlama zorluklarını da beraberinde getirecektir/getirmektedir.
Üstelik “Ehl-i Beyt” ve “Âl-i Beyt” kavramlarının hemen her devirde tartışma ve araştırma konularından biri olabilmeleri gerçeği de, söz konusu kavramların ifade ettiği mananın doğru anlaşılmasında görülebilen zorluklara işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir.
Çünkü daha en başta “Ehl” ve “Âl” kelimelerini ele aldığımızda bile, bu kelimelerin a-İslam öncesi, b-Asr-ı Saadet, c-Asr-ı Saadet sonrası dönemlerin hepsinde de aynı semantik çağrışımı sağlamadığı hemen görülebilecektir. Ki bu mana birliğini de, sanırım en başta aynı kavramlara zaman içerisinde yüklenen farklı politik, kültürel hatta akaidî anlamlar imkansız kılmaktadırlar özellikle de.
Örneğin Kur’ân-ı Kerîm’deki “Âl ve Ehl” kelimeleriyle beyan buyrulan mana çeşitliliğinde (1) olduğu gibi, aynı kelimelerin Hadis-i Şeriflerde de görülen birbirine yakın-uzak veya farklı anlamlardaki kullanımları, (2) bu kullanımların bilhassa tefsir ve hadis metodolojileri kritiğinde ele alınmaları gerektiğinin de ihtarıdır bir bakıma.
Bu önemli hatırlatmadan sonra, özellikle birleşik bir ifade olarak “Ehl-i Beyt” ifadesinin Kur’ân’da buyrulduğu manaya baktığımızda ise, (ehl ve âl kelimelerinin diğer kelimelerle oluşturduğu mana çeşitliliğinin aksine) “Ehl-i Beyt” terkibinin üç yerde ve şu mealde geçtiğini görmekteyiz:
1- (Melekler Hz. İbrahim'e (a.s) evlatla müjdelediklerinde) “İbrahim'in karısı ayakta duruyordu bunun üzerine yüzü güldü. Ona İshak'ı ve İshak'ın arkasından da Ya'kub'u müjdeledik. "Vay başıma gelene!" dedi, "Ben bir kocakarıyım, kocam da yaşlı bir adam. Bu gerçekten çok tuhaf bir şey!" (Elçi melekler) dediler: "Sen Allah'ın emrine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve berekâtı üzerinizdedir. Ey ev halkı/Ehl-i Beyt, Muhakkak ki O, hamiddir (övülmeye lâyıktır), meciddir (cömertliği boldur)." (3)
2- “Biz önceden onun, sütannelerin sütünü kabul etmemesini sağladık. (Bunun üzerine) Musa’nın ablası onlara varıp: ‘Size, sizin adınıza ona bakacak, iyi davranacak bir aileyi/ehl-i beyti tavsiye edeyim mi?’ dedi.” (4)
3- “Ey peygamberin hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer takva ile korunacaksanız, konuşurken kırıtmayın da kalbinde bir hastalık bulunan kimse tamaha düşmesin. Güzel ve dosdoğru söz söyleyin. Hem vakarınızla evlerinizde durun da önceki cahiliyet devrinde olduğu gibi süslenip çıkmayın. Namazı kılın, zekatı verin. Allah ve Resulü'ne itaat edin. Ey ehli beyt! Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz, pampak yapmak istiyor.” (5)
Ebu’l Ala Mevdudî, Arapçada Ehl-i Beyt kelimesinin Türkçedeki (ev halkı) "aile" ve İngilizcedeki “household” anlamlarında kullanıldığını hatırlatarak, bunun “bir adamın karısını ve çocuklarını kapsayan” bir terim olduğunu belirtmektedir. Ve dolayısıyla, (yukarıda geçen ayetlerden ilk ikisinde geçen) “Ehl-i Beyt” hitaplarında ‘karının ailenin en önemli üyesi olarak bu kelimenin tarifi kapsamına girmiş’ olmasından da hareketle, bu terimin Hz.Peygamber’in hanımlarını, çocuklarını ve (hakkındaki hadislerden dolayı) Hz.Ali ve çocuklarını da içine alan bir ifade olduğunu savunmaktadır. (6)
Diğer pek çok tefsirde de, Hz.Peygamber’in Hanımlarına hitaben başlayan ilgili Kur’ân bahsindeki söz konusu “Ehl-i Beyt” terimi hakkında, benzerî anlamlandırmaların tercih edildiğini görmek mümkündür. (7)
Ancak, bu kavramların Hadis-i Şeriflerdeki kullanımı söz konusu olduğunda ise; bizzat Resul-i Ekrem aleyhisselatu vesselam’ın ifadelerinde murad edilen manalar ile; genel olarak bu kavramdan anlaşılan veya bu kavrama sonradan yüklenen manaların aynı çerçevelerde bulunduklarını söylemek pek mümkün olmamaktadır.
Nitekim Hz.Peygamber aleyhisselatü vesselam’ın “Ehl-i Beyt” ile kimleri kastettiklerine dair gelen rivayetlerde şu dört başlığın öne çıktığı görülmektedir:
a-Bizzat kendi eşleri ve ailesidir, (8)
b-Ehl-i Beyt’in sadaka alamayacağına dair getirilen (9) hükme dahil olanlar, (10)
c-Hz.Peygamber (s.a.s) ile birlikte Hz.Ali, Hz. Fâtıma, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’dir, (11)
d-Tüm Ümmetidir (veya Ümmetinden, takva sahibi olanlarıdır), (12)
Ne var ki, Ehl-i Beyt tamlamasının Arapça’da “aile bireyleri, hane halkı” anlamıyla olabildiği gibi, “akrabaların bir kısmını ya da tamamını” kastetmek manasında kullanılabildiğini de göz önünde bulundurmak gerekir.(13) Ve buradan hareketle, bu tamlamanın Hz.Peygamber döneminde Arapların kendi dil imkanları içerisinde birkaç anlamda kullanıldığını bilmek ve bu anlamları belirlemek de, konu hakkında beliren resmin berraklaşması adına konunun muhataplarına kolaylıklar sağlayacaktır.
Böylelikle Ehl-i Beyt kavramını son tahlilde “Hz.Peygamber’in bütün çocuklarını, kadın-erkek bütün torunlarını, amcalarını, yani Haşim oğullarını içine alan” bir kavram olarak ele almak da mümkün iken (14); “geniş-dar, gerçek-mecaz” şeklinde ifade edilebilecek olan anlamlandırmalarını da göz önünde bulundurarak değerlendirmek, daha sıhhatli ve bütünlüklü bir bakış açısını yansıtmaktadır denilebilir.
Buna göre Ehl-i Beyt;
A-“Dar anlamıyla”: Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselamın ailesi diyebileceğimiz yakın çevresi olan hanımları, çocukları, Hz. Ali ve torunlarıdır. “Geniş anlamıyla” ise, Hz. Peygamber’in hanımları, çocukları, Hz. Ali ve torunlarının da dahil olduğu tüm mümin akrabalarıdır.
B-“Gerçek anlamıyla”: Hz. Peygamber’in hanımları, çocukları, Hz.Ali, torunları Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin ile birlikte diğer akrabalarıdır. “Mecazi anlamıyla” ise, Hz.Peygamber aleyhissalatü vesselam’a neseb veya akrabalık yoluyla bağlı olma temel ilkesinden uzak, ancak, bizzat Hz.Peygamber tarafından Ehl-i Beyt oldukları ifade edilen herkestir. (15)
Dolayısıyla, nesebi yönden özellikle de asırlar sonrasında bürünmüş olduğu haliyle Ehl-i Beyt’e mensup olan insanları herhangi bir kavme ait ya da yabancı saymak, eğer ideolojik kasıt ya da “asabiyet-i cahiliye” etkisi yoksa, bir cehalet işaretidir denilebilir.
Sonuç
Hemen her devirdeki Müslüman toplulukların o pak nesille kurabilecekleri bir akrabalığı şeref-övünç vesilesi saymaları, O’na (s.a.s) duyulan muhabbetin normal bir sonucu olarak gayet anlaşılabilir bir “mümin arzusudur” kuşkusuz.
Hatta belki de Ümmetin bu “aşkından” dolayıdır ki, sevk-i İlâhi O muhterem soya mensup insanları gerek ilk çağlarındaki İslam yayılışıyla ve gerekse de Emevî- Abbasî dönemi karışıklıkları sebebiyle, (ama özellikle de Moğol istilaları vesilesiyle), zaman içinde İslam coğrafyasının hemen her köşesine yaymış durumdadır.
Bugün Kafkasya’dan, Horasan’a, Asya’dan Balkanlara, Anadolu’dan Afrika’ya, kısacası dünyanın dört bir yanına dağılmış ‘bir ailenin’ mensuplarından söz etmekteyiz.
Yani “Bir aile” ama kavimleri, dilleri, görüntüleri, kültürleri birbirlerinden farklı bireylerden oluşan bir aile!..
Bir Arnavut da var içinde, bir Pakistanlı da! Arap da var Kazak da.. Bir Berberî veya İranlı da. Bir Türk yahut Kürt de!.
Yani buna göre kişi Arnavutken, örneğin aynı zamanda bir Seyyiddir de. Tıpkı Pakistanlı, Kazak, Arap, Uygur, Kürt, Türk, Farisî ya da Çerkez vb. olup da, aynı zamanda Seyyid veya Şerif de olabilenler gibi!. (16)
Ne var ki, bunu, yani bir seyyidin Arap kavminden başka bir kavme mensup olabilmesini mümkün gören işte bu sıhhatli anlayış; kimi zaman, sadece ‘kişiye özel’ durumlarda muhafaza edilebilen bir anlayıştır da aynı zamanda.
Ya da diğer bir deyişle, geçmişten nice mümtaz seyyidi göğsünü gere gere kendi milletine dahil görebilen kimi müminler, aynı durum farklı kavimler için söz konusu olduğu zaman benzer bir yaklaşımı göstermekte gayet zorlanabilmekte ve de o mümtaz zatların başka kavimlere mensubiyetinden ‘bahsedebilen’ kimselerle karşılaştıklarında, hemen o zatların seyyidliklerini nazara vererek, bu kez de o muhteremlerin ‘aslında o sanılan kavimden olmadıklarını’ ifadeye çalışabilmektedirler.
Ve işte bu ifade çabası, sanırım pek çoğumuza hiç de yabancı gelmeyen gayet “tanıdık bir tavra” da işaret etmektedir.
Ne var ki, bizim Seyyidliğe veya Ehl-i Beyt’e mensup olmaktan anladığımız, “bir insanın genlerinin tamamının” o mübarek aileden gelmesi değilse şayet, bu anlayışın ne derece ‘sıhhatli’ olup-olamayacağı da meydandadır demektir.
Nitekim bugün hangi ırktan olursa olsun, Ehl-i Beyt’le ‘binde bir oranında’ olsa dahi bir akrabalığı bulunan (yani seyyidliğin Hz. Peygamber’den (s.a.s) erkek değil de kız evlat vasıtasıyla gelmesinin de etkisiyle, sadece baba soyuyla değil, anne soyuyla da seyyid olunduğuna inanan) aileler; pek yerinde, haklı ve hürmete layık bir şekilde Seyyid olduklarını da ifade etmektedirler.
Üstelik tarihsel süreç içerisinde Ehl-i Beyt’in, evlilikler yoluyla hemen her İslam toplumuyla karışmasını ve tabiri yerindeyse, “o toplulukların nesebini de kuşanmasını” göz önünde bulundurursak; pek açıktır ki, o ailelerin bu anlayışı bir hakikatin de ifadesidir.
Diğer türlü, Seyyidlik kriterimizi nesebî yönden “tamamen” o pâk aileye mensup olmaktan ibaret görüyorsak şayet; bu kriterimizi adam akıllı gözden geçirmemiz gerektiğini de bir kez daha söylemek lazım geliyor.
Çünkü bu doğru olsaydı eğer, o pâk ailenin bugüne kadar “sadece kendi içerisinde evlilikler” yapmış olması gerekeceğinden, -Allahu a’lem- bugün o nesle mensup hiç kimsenin kalmamış olması da gerekirdi herhalde!.
Ama bunun böyle olmadığı, yukarıda da ifade edilmeye çalışıldığı gibi geçmişten bugüne hemen her müminin o aileyle akraba olmaya can attığı; ve dolayısıyla da –şeceresi belli olsun ya da olmasın- evlilikler yoluyla o ailenin bugün neredeyse her renkten ve ırktan üyesinin bulunduğu, sanırım izahtan beridir.
Üstelik, Genetik biliminin benzer konulardaki verileri de bu sonucu tamamen teyid etmektedir. Öyle ki, -din ve iman hakikatlerini bilimsellik kalıplarıyla düşünme yetersizliğine düşmemeye de gayret göstererek-, en azından, bu bilimin özellikle de Anadolu’nun gen haritası üzerine ulaştığı ‘şaşırtıcı’ neticeleri hatırlamakta fayda var. Zira söz konusu araştırmadan elde edilen sonuçlara göre, Türkiye’de yaşayan insanlardaki örneğin Orta Asya kökenli genlerin oranı sadece % 3.4 (yüzde üç nokta dört) çıkabilmekteydi... (17)
Buradan da hareketle, Ehl-i Beyt’in neseben tamamen Arap sayılması (veya bunun ima edilmesi) fikrinin, belki ancak ilk devirler için söylenildiğinde kabul edilebilecek bir anlayış olduğunu ifade, hakikatin ifadesi anlamına da gelecektir. Ya da bugün bir Seyyid’in neseben Arap sayılması, sanırım ancak nesebindeki ağırlıklı oranın Arap ırkından olması haline bağlıdır dememiz gerekmektedir.
Hal böyleyken, hemen her müminin kan bağı kurmaya can attığı bir soy, hem de Anadolu gibi bir “kavimler yurdunda” asırlarca yaşamış olan böylesine muhterem bir soy, herhangi bir ırktan beri sayılacak... Ve Seyyid olduğu söylenen kimi insanların bu seyyidlikleri, (ancak duruma ve adamına göre), Arap kavmine mensup olduklarına da bir delili sayılacak...
Böyle bir durum, sanırım en başta Sünnetullah’a pek de muvafık düşmemekte!
Öyle ya, bugün hangimizin soyunda Araplık, Türklük, Kürtlük, Lazlık, Çerkezlik, Asurîlik, Boşnaklık, Gürcülük, Farisîlik ve hatta yer yer Rumluk, Ermenilik vs.’den herhangi birine ait bir iz yoktur ki acaba?
Bütün bunların yanı sıra, bazılarımızın soyunda muhtemelen Ehl-i Beyt’le bir akrabalık dahi vardır normal olarak.
İşte o zaman ne yapmamız gerekmekte acaba?.
Bir yandan Seyyidliğimize sevinirken, diğer yandan da Arap olup-olmadığımızı izaha mı çalışacağız?
Örneğin “(özellikle de bazı) Arvasî’lerin seyyidliği Türk Milletine mensubiyetlerine mani değildir” derken; “Kişinin Kürt olması, Laz olması, Çerkez olması da seyyid olmasına mani değildir” diyebilecek miyiz?
Veya Ahmet Akgündüz Hoca gibi, en nihayetinde: “Evet, Bediüzzaman'ın Kürt olması seyyidliğine engel değildir. Doğuda öyle aşiretler vardır ki Kürt oldukları halde bütünüyle seyyiddirler. Çünkü nesiller fetihler, göçler, farklı evlilikler sebebiyle zamanla dünyanın değişik yerlerine dağılmış, karışmışlardır. Meselâ Abbasîlerin yanlış tutumlarına tepki gösterdikleri için o günün tabiriyle Kürdistan bölgesine birkısım Ehl-i Beytin göç ettikleri bilinmektedir. Bediüzzaman'ın dedelerinin de bu göç esnasında buralara gelip yerleşmeleri sözkonusudur. Nitekim Bugün Mardin'deki Arvasîler, Hakkari'deki Ahmedîler ve Muş'taki Nehrîlerin Ehl-i Beytten oldukları düşünülürse, Kürt olmanın Ehl-i Beytten olmaya engel olmadığı açıkça görülür.” (18) şeklinde bir sonuç cümlesi telaffuz edebilecek miyiz?
Yoksa hala, “Seyyidse Arap’tır!.” refleksine devam mı edeceğiz?.
* Esas itibariyle Bediüzzaman Said Nursi’nin Seyyidliği ve nesebi mevzularını konu almayı niyet edinerek başladığımız çalışmamızın bu ilk bölümünde daha çok Ehl-i Beyt kavramına yönelik izahlara ağırlık vermeyi tercih ettik. Zira Hazreti herhangi bir soya atfetme veya o soydan uzak görme çabalarına/anlayışlarına çoğu kez dayanak kılınabilen “Seyyidliği” mevzusundan neyi anlamamız veya anlamamamız gerektiği gibi bir “odak nokta”, daha çalışmamızın başlarında, bu gibi tartışmaları boşa çıkarabilecek, gerekli ve de öncelikli bir öneme sahip faydalı bir çaba olarak çoktan belirmişti bile. Bu sebeplerle birlikte, hem çalışmanın hacmini daha da uzatmamak, hem de Hazretin nesebiyle ilgili çıkarımlarımızı müstakil olarak ifade edebilme niyetiyle bu çalışmada Bediüzzaman’ın soyuna dair konulara değinmemeyi tercih ettik. Tevfik ve inayet Allah’tan...
Kaynakça:
1-Örneğin, -“Kavim-halk” anlamında (âl): “Firavun âlinden olup o zamana kadar iman ettiğini saklayan biri” Mümin Suresi-28, (ehl): “Halkına namazı ve zekâtı tavsiye ederdi....” Meryem S. 19/55;
-“Aile” anlamında (âl): Ancak Lut’un eşi dışındaki ki ailesi hariç, hepsini kurtaracağız” Hicr Suresi 59-60, (ehl): “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun..” Tahrim Suresi 66/6; “Musa müddeti tamamlayıp ailesiyle Mısır tarafına doğru yolda giderken ...” Kasas S. 28/29,
-“Soy-nesep” anlamında (âl): “Muhakkak ki Allah Âdem’i, Nûh’u, Âl-i İbrahim (İsmail, İshâk , Ya’kub ve’l Esbat) ile Âl-i İmrân’ı (Mûsâ ve Harun), birbirinden gelen tek zürriyet halinde bütün insanlardan süzüp onlara üstün kılmıştır.” Âl-i İmrân 33-34;
-“İnanç ortaklığı” anlamında (ehl): “Ey Nuh!, “O senin ailenden değil. Çünkü o, dürüst iş yapan, temiz bir insan değildi.” Hud Suresi 11/46;
-“Mal-mülk sahipliği” anlamında (ehl): “Muhakkak Allah Teâlâ size emrediyor ki, emanetleri ehline veriniz ve nâs arasında hükmedince adâletle hükmediniz.” Nisa Suresi 4/58;
-“Kutsal kitapların inananları” anlamında (ehl): “Ehl-i Kitap” Nisâ S., 4/153, Mâide S. 5/15-19, En'âm S. 6/84-90; vd.
2-Örneğin, -“Aile” anlamında (âl): “Sabrediniz ey Yâsir ailesi!.. Size vaat edilen yer Cennettir." M. Yusuf Kandehlevî, Hayatu's-Sahabe, “Hz.Ammar İbni Yâsir R.anh”; (ehl): “Sizin en hayırlınız, ehline karşı iyi davrananızdır.” Tirmizî, Emzirme Bl.-1162.
-“Topluluk” anlamında (ehl): “Size Cennet ehlini haber vereyim mi?..” Müslîm, Cennet-46.; ve Kur’ân’da geçen bazı manaların eş anlamlarıyla: “Ehl-i Kitap”, “Âl-i İbrahim” vd.
3-Hud S. 11/71-72-73.
4-Kasas S. 28/12.
5-Ahzab S. 33/32-33.
6-Tefhim’ul-Kur’an, Ahzap S. 33/33.
7-a- “Peygamber efendimizin saygın ev halkı”, Fîzilal’il-Kur’ân; b- “Hz.Peygamberin Hanımları ve Hz.Ali, Hz.Fatıma, Hz.Hasan, Hz.Hüseyin” Taberî Tefsiri; c- “o yüce haneye mensub olan erkekler ve kadınlar..” Ömer Nasuhi Bilmen Tefsiri; d- “Hz. Peygamber (s.a.s)'in çocukları ile hanımları, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali” Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb; e- “Peygamberin hanımları ile birlikte, çocukları, erkek ve kadın kendine özel aile fertleri” Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, vb.
8-“Resûlüllah (s.a.s) eşlerinin yanına uğruyor, her birine selâm vererek: “Selâm size! Nasılsınız ey Ehl-i Beyt?” diye soruyordu.” Müslim, Nikah Bl. Hadis no:87. (Peygamber eşlerinin Ehl-i Beyt’e dahil olup olmadığına dair muhtelif pek çok rivayet bulunmasına karşılık, (bkz: Müslim, Sahabelerin Faziletleri, Hadis no: 37, 2408), bu konuda Ahzap Suresi 32.-33. ayetlerinde ferman buyrulan “Ey Peygamberin Hanımları” ve devamındaki “Ey Ehl-i Beyt” hitaplarındaki mana ilişkisine yönelik tefsirî bilgilere dikkat etmek yerinde olacaktır.)
9-Buharî, Zekat Bl.,58-61.; Müslim, Zekat Bl., Hadis No: 161 (1069), 162 (1070), 163-164 (1071).
10-“Hz.Ali, Akîl, Cafer, Abbâs ve bunların aileleri”, Müslim, (Çev.Ahmed Davudoğlu), Sahabelerin Fazileti, Hadis no:36 (2408).
11-“Bize Ebû Bekr b. Ebî Şeybe Muhammed b. Abdillah b. Nümeyr rivayet ettiler. Lâfız Ebû Bekr'indir. (Dediler ki): Bize Muhammed b. Bişr Zekeriyya'dan, o da Mus'ab b. Şeybe'den, o da Safıyye binti Şeybe'den naklen rivayet etti. (Demiş ki) : Âişe şunları söyledi: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), üzerinde siyah yünden ma'mul nakışlı bir örtü olduğu halde sabahlayın (evden) çıktı. Derken Hasan b. Ali geldi. Onu örtünün içine aldı, sonra Hüseyn geldi, o da beraberinde girdi. Sonra Fâtime geldi. Onula içeri aldı. Sonra Ali geldi. Onu da içeri aldı. Sonra: “Ey Ehl-i Beyt! Allah ancak ve ancak sizden ricsi gidermek ve sizi tertemiz paklamak istiyor.” ayetini okudu.” Müslim, Sahabelerin faziletleri, Hadis no: 2424.
“Âl-i Aba Hadisi” olarak bilinen bu hadis, Tirmizî’de ise ‘garib hadis’ notuyla birlikte belirgin “Ehl-i Beyt” vurgusuyla geçmektedir: “Peygamber (s.a.v)’in üvey oğlu Ömer b. ebî Seleme (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Ahzab sûresi: 33. ayeti; “… Ey Ehl-i Beyt, Allah sizin üzerinizden her türlü çirkinliği ve kirliliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” Ümmü Seleme’nin evinde inmişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i çağırdı onları bir örtü ile örttü. Ali de Rasûlü Ekrem’in arkasında bulunuyordu onu da bir başka örtü ile örttü ve şöyle duâ etti: “Allah’ım bunlar benim Ehl-i Beytimdir. Bunlardan pislik ve kötülükleri gider ve onları tertemiz eyle.” Ümmü Seleme: “Ey Allah’ın Peygamberi ben de onlardan mıyım?” dedi. Rasûlullah (s.a.v.): “Sen yerinde dur! Sen bana hayırlı kimselerdensin” buyurdu.” Tirmizî, Menâkıb-3787.
12-Ahmet Özel, TDV İslam Ans., “ÂL”, II, s.305. Burada, Âl-i Muhammed’den kasıt hakkında iki farklı görüşün olduğu ifade edilerek, bunlardan birincisinde, “Kendilerine zekat verilmesi haram kılınanlar ile neseb itibariyle Peygamber’e en yakın kimselerin”; ikincisiyle ise, dinen Hz. Muhammed’in dinine tabi olan herkesin kastedildiği belirtilmektedir.
Ki bu ikinci görüş Kurtubî Tefsirinde (el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an), Bakara Suresi 2/49. ayetin tefsirinde de zikredilmektedir: “Âl-i Firavun yani Firavun hanedanı, onun kavmi, ona uyanlar ve onun dinine mensup olan kimseler demektir. Aynı şekilde Âl-i Rasul (s.a) da onun döneminde olsun sonraki çağlarda olsun, onun dini ve şeriati üzerinde bulunanlar demektir. Nesep yoluyla ona ister bağlansın ister bağlanmasın değişen bir şey olmaz. Onun dini ve şeriati üzerinde olmayan kimse ise onun âlinden, de değildir, ehlinden de değildir. İsterse nesep yoluyla onun yakını veya akrabası olsun. Bu konuda Rafızîler farklı bir kanaat belirterek şöyle derler: Âl-i Rasul'den kasıt, yalnızca Fâtıma, Hasan ve Hüseyin (r. anhum)'dir derler. Bizim delilimiz yüce Allah'ın: "Firavun hanedanını (âlini) ise., suda boğmuştuk." (Bakara Suresi, 2/50); "Firavun hanedanını (âlini) azabın en şiddetlisine sokun." (Mü'min Suresi, 40/46) buyruklarıdır. Burada "âl"den kasıt dinine mensup olan kimselerdir. Çünkü Firavunun oğlu, kızı, babası, amcası, kardeşi ve yakın erkek akrabaları (asebesi) yoktu. Diğer taraftan mü'min ve muvahhid olmayan kimselerin Muhammed âlinden olmayacağında -isterse onun yakın akrabası olsun- görüş ayrılığı yoktur. Bundan dolayı şöyle denilmektedir: Ebû Leheb ve Ebû Cehil, Hz. Peygamber'in âlinden de değildir, ehlinden de değildir. İsterse onlarla Peygamber (s.a) arasında akrabalık bulunsun.” (Koyulaştırmalar bana ait, M.Kurt);
Ahmed İbn-i Hanbel’in Müsned’inden “Âl” kelimesiyle ilgili yapılan tercüme de aynı görüş üzeredir: “Salavattaki “Âl” kelimesinin birçok manası vardır: Ehl-i Beyti, yakını, zürriyeti ve ümmeti. Biz tercemede en dar ve en geniş manasını Ehl-i Beyti/Ümmeti beraber verdik ki daha kapsamlı anlaşılsın.” Müsned, A.İbn Hanbel (Çev.Rıfat Oral) C.6, Namaz, “Teşehhüd” Bl.;
Bediüzzaman Said Nursi’ye göre de, birisi nesebi âl’i ve diğeri de şahs-ı manevi ve nuranisinin risalet noktasındaki âl’i olmak üzere “Resul-ü Ekrem’in (a.s.m) iki âl’i” bulunmaktaydı. Osmanlıca Lemalar, s.120.
13-Adnan Demircan, Hz.Ali Dönemi ve Ehl-i Beyt, Beyan Yay., İst.2008, s.17.
14-Mustafa Öz, TDV İslam Ans. “Ehl-i Beyt”, X, s.498-500.
15-M. Bahaüddin Varol, Ehli Beyt –Kavramsal Boyut-, Yediveren Yay.,Konya, 2004, s. 130-131.
16-Yirmi üçüncü kuşaktan dedesi Abdulkadir Geylanî Hz. hakkında yaptığı araştırmalarla tanınan Seyyid Fadıl Geylanî’nin, bu konuyla ilgili olarak bir röportajında kullandığı ifadeleri dikkat çekicidir: “Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den sonra özellikle Kerbela’dan bir müddet sonra Seyyidler dünyanın her yerine dağılmışlardır. Bu da delalettir ki, Allah emirlerini, kendi cedlerinin emirlerini en güzel şekilde, en sahih şekilde cedlerinden aktarmaları için Allah onları bu ümmetin içine dağıtmıştır. Ben dünyayı gezerken, araştırma yaparken, bana soruyorlar “Ben Türk Seyyidiyim” diyorum. Bağdat’tan İstanbul’a geldim; “Ben Türk Seyyidiyim” ve bir Afrikalı Seyyide sorsalar der “Ben Afrika Seyyidiyim” diyecek. Mesela Özbekistan’daki bir Seyyid; “Ben Özbekistan Seyyidiyim.” diyor. Bu şekilde dağılmışlar…”
Feyz Dergisi, 10.10.2009, http://www.ehlibeytkimdir.com/2011/07/fadil-geylani-efendi-ile-mulakat-ehl-i-beyt-gercegine-nasil-bakmaliyiz/
17-Amerikan Stanford Üniversitesinin 2003’te başladığı bu araştırmaya göre Anadolu’da yaşayan toplulukların taşıdığı genler yüzdelik olarak 33.8 K.Afrika, Ortadoğu ve Balkan, 24 Avrupa, 11.4 Afrika ve Güney Avrupa, 11 İran ve Kafkas, 5.2 Kuzey ve Doğu Avrupa, 4.2 Hindistan, 3.9 Sibirya ve Finlandiya, 2.5 Pakistan, 1 Afrika şeklinde sıralanmaktaydı. Vatan Gzt., “Anadolu’nun genleri dünya haritası gibi”, 25.08.2009,http://haber.gazetevatan.com/ Anadolunun_genleri_dunya_haritasi_gibi/255854/30/Haber
18-Risale Haber, “İşte Bediüzzaman’ın Peygamberimize dayanan soy ağacı” 20.12.2012. https://www.risalehaber.com/iste-bediuzzamanin-peygamberimize-dayanan-soy-agaci-165116h.htm
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.