El Ezher öğrencileri Risale-i Nur’u keşfetti
Mısır’daki Risale-i Nur hizmetleri ile ilgilenen Abdulkerim Baybara RisaleHaber’e konuştu.
Röportaj: Abdurrahman Iraz-Risale Haber
Abdulkerim ağabey, önce sizi tanıyalım. Abdulkerim Baybara kimdir? Nerede doğdu? Ne zaman doğdu? Nurlar’ı nasıl tanıdı?
Bismillahirrahmanirrahim.
Elhamdülillahi Rabbil Âlemin. Vesselatu vesselamu ve ala Resulina Muhammedin ve ala alihi vesahbihi ecmain.
İsmim Abdulkerim Baybara. Memleketim Mardin. 1970 Mardin doğumluyum. İmam-Hatip lisesini bitirdim. 1989’da Kayseri İlahiyat Fakültesini kazandım. 1993’te ilahiyatı bitirdim. Üç sene Kayseri’de hizmette kaldıktan sonra 4-5 ay Medine-i Münevvere’de bulundum. Tekrar Türkiye’ye dönüp, 1996’nın sonlarına doğru ağabeylerin tevcihi ile Mısır’a gittim.
Abdulkerim Baybara Risale-i Nur’u nasıl tanıdı? Ben tanıyorum, Nur talebesi bir ailenin çocuğu olduğunuzu biliyorum. Benim hemşerim. Hemşerisi olmakla da gurur duyuyorum Abdulkerim Baybara’nın. Fakat aileyi de tanıyalım.
Biz, aile olarak Elhamdülillah, Cenab-ı Hakk’ın fazlı ile Nurlar’ı bilen, tabi 1965’li yıllara dayanıyor Risale-i Nurlar’ı tanıdığı. Sabri hoca vardı, Sabri Alkaş. Şu an da hala hayattadır. Mardin merkez vaizlerindendi o zamanlar.
Ve bizim Güneydoğunun büyük âlimlerindendir.
Doğrudur. Halen O’nun ektiği tohumlar Kızıltepe, Mardin, Diyarbakır, Urfa ve çevresinde... Cenab-ı Hakk daha da sıhhatli ve uzun ömürler versin. Elhamdülillah, biz gözümüzü dershanede açtık. Ben, 1970 doğumluyum. Babam da Nurlar’ı 1970’de tanıdı. Daha çok Nurlar’a vesile olmasına da Cevdet’in babası Hacı Cüneyt ağabeyin çok emeği var. Bizim aile fertlerine çok emeği geçti.
Cüneyt ağabey sizin neyiniz olur?
Babamla Hacı Cüneyt ağabey, amca çocuklarıdırlar. Babaları amca çocuklarıdır.
Anladım. Bizim bahsettiğimiz Hacı Cüneyt ağabey, rahmetli Cevdet Baybara’nın babasıdır.
Evet. Biz, Cevdet’le amcazade oluyoruz. Elhamdülillah Nurlar ile gözümüzü açtık. Küçük yaşlarda, ilkokuldan önce dershaneye gidiyorduk. Hatta o zaman tek dershane vardı. 1980’li yıllarda hatırlıyorum ikiye ayrılma oldu. Selim Parlakoğlu, Hacı Selim Meraller vardı. Daha sonra Mehmet Emin Değer vardı. Abdullah ağabeyler vardı.
Davut Özmen?
Davut Özmen vardı. Tabi bunlar hala maşallah vazife başındalar ve hizmet ediyorlar. Sonra imam-hatip okuluna geçtik. İmam-hatipte de bizim Risale-i Nurlar ile irtibatımız oldu. Fakat şu önemli; küçük yaşlarda iken babamızdan ziyade ağabeyim bize Nurlar’ı okutturuyordu. Derslere giderdik, sırayla giderdik. Bir keresinde polis bastı. Neredeyse götüreceklerdi. Çıkarken temkinli çıkıyorduk. Bunlar 1980’li yıllardaydı.
Ağabeyiniz ne yapıyor?
Ağabeyim şu an Güngören merkez vaizidir.
Hıdır ağabey, değil mi?
Evet. Ağabeyime ‘Bize hikâye anlatır mısın?’ derdik. O da Yirmi üçüncü Söz’ü bize hikâye olarak anlatırdı, çok hoşumuza giderdi. Küçük Sözlerdeki, Yirmi Üçüncü Söz’deki, Risale-i Nurlar’da geçen Üstad’ın hatıralarını bize hikâye diye anlatırdı. Biz de o hatıralarla, o hikâyelerle büyüdük. O zaman tabi Niyazi Birinci’nin, Yavuz Bahadıroğlu’nun romanları da vardı. Onlar da tabi iç halimizde inkişafat veriyordu. Bilhassa lise döneminde aradığımız bir roman veya hikâye, tarihi romanlar bilhassa çok müessir oluyordu. 1989’da 55 mezun verdi Mardin İmam-Hatip Lisesi. Sadece üç kişi üniversiteye girebildi. Birisi de bendim Allah’ın izniyle. Sonra ilahiyat fakültesine kaydolduk. İlahiyat ta beş seneydi malumunuz fakat ben dört sene okudum. Arapçayı direkt geçtim, bizim anadilin Arapça olması hasebiyle.
Yani hazırlık okumadınız.
Okumadım evet. Dört senede ilahiyatı bitirdik. Ondan sonra da hizmette kalmaya karar verdik, dört-beş kardeşle beraber. Ve Kayseri’de üç sene hizmette kaldık. Daha sonra hacca gitmek nasip oldu. Ağabeylerden izin istedik. Bir Ramazan’da umreye gittik. Gelmişken hac yapalım, bekleyelim iki ay daha hacı olalım öyle dönelim dedik. Fırıncı ağabey ile 1996’nın Ramazan’ında Medine-i Münevvere’de görüştük. ‘Mısır’da Ömer kardeşimiz var. Okulunu bu sene bitiriyor. Oraya da bir eleman gerekiyor. Orada da dershane hizmetleri ve yayın hizmetleri var. Oraya Arapça dili bilen bir eleman lazım. Ben, en iyisi sizi Sungur ağabeye söyleyeyim. Sungur ağabey’in izni ile sizi oraya gönderelim’ dedi.
Ömer?
Ömer Çubuk. Şu an Avusturya’da, oradaki hizmetlerde. Daha önce Zeki Sarıtoprak ile Kenan Demirtaş’ın bulunduğu yerde. Beş ay sonra Medine’den geri döndük. Kayseri’de ağabeylerle bu mevzuu görüştük, Sungur ağabey ile de görüştük. İstanbul’a çağırdılar. Kasım ayında İstanbul’a geldim. İstanbul’da da ağabeylerle görüştükten sonra da Ankara ilahiyattan bir kardeşle gitmemiz münasip olur. Ankara ilahiyatı yeni bitiren Hafız Ahmet Ateş kardeşimizle anlaştık. O, benden beş ay sonra Mısır’a geldi. Oraya gittiğimizde zaten hizmetler vardı. Altyapı vardı. Yayınevleri vardı.
Mısır’a gitmeden önce sizinle Türkiye’de biraz dolaşacağız. Hıdır ağabeyle siz farklı cemaatlerde hizmet ediyorsunuz. Aranızda bir sorun oluyor mu?
Hiç olmadı. Mesela diyelim ki Hıdır ağabeyim ‘filan yere git, oraya git’ diyordu, gidiyordum. Fakat insan küçükken nasıl yetişmişse, kalbinde hangi muhabbetle kiminle. Çünkü Risale-i Nur’da muhabbet esastır. Meselelerde ruhen ve kalben hangi meselelerde daha çok hemhal oluyorsunuz ve daha çok kalbi bir bağlantıda. Yoksa herhangi bir grup veya bir kamplaşma Risale-i Nur’da yok. Bütün gruplar Risale-i Nur’u okuduktan sonra, Risale-i Nurlar’dan istifade ettikten sonra birisi bu cenapta hizmet ediyor, öbürü diğer cenapta, öteki diğer cenapta fakat sonuçta gayede bir oldukları için böyle bir ayrılık olmuyordu. Mesela Selim Parlakoğlu ağabey davet ederdi, giderdik. Orada sohbette bulunurduk, dinlerdik. Ağabeylerden istifade ederdik. Biz, bunda bir çelişki görmemekle beraber, bilakis hizmetin farklı renklerini görüyorduk. Kayseri’deki Ali Mutlu ağabey -Allah rahmet eylesin- bize bu hususta bir alt yapı hazırlattırmıştı. Bir kısım hadiselerin nasıl cereyan ettiğini, nasıl olduğunu; Allah razı olsun Şener ağabey olsun, Nusret Tuğcu olsun, diğer ağabeyler olsun. Bir de başta Üstadımızın hizmetinde bulunan ağabeylerden diğer hizmetler hakkında bir tenkit, bir gıybet, bir eleştiri duymadık yani.
Ben de aslında bu soruyu onun için sordum. Hani derler ya ‘cemaatler’ Ben, buna inanmıyorum. Bir cemaat var, Risale-i Nur Cemaati. Ama herkes bir yerde mütehassıs olmuş, bir konu üzerinde ihtisaslaşmış. Yoksa hepsinin, hepimizin yaptığı şey Risale-i Nur’u okumak ve onu hayatımızda uygulamaya çalışmaktır.
Bir ara Sungur ağabey böyle bir şeyden bahsetti. Şu anda Abdullah Gül, cumhurbaşkanı. Bir zamanlar bunlar Milli Gençlik Vakfı, Milli Selamet Partisi gibi yerlerdeydi. Ama şimdi baştadırlar. Demek ki bunların ihtiyaç olduğunu biz şimdi gördük. Yani bu tür hizmetlerin de bir ihtiyaç olduğunu artık gördük. Çünkü eğer olmasaydı o boşluğu kim dolduracaktı? Şimdi Risale-i Nur içerisinde de hariçten bakıldığı zaman ayrılık gibi gözüküyor fakat hakikatte öyle değil. Hakikatte ben vazife taksimi diyorum.
Aynen öyle. Bir konuda ihtisaslaşmadır.
Aynen öyledir. Birisi bugün sempozyumlarla alakadar oluyor. Birisi Risale-i Nur’un özünü muhafaza etmeye gayret ediyor. Birisi Üstad’dan kalma el yazması eserleri muhafaza etmeye uğraşıyor. Öteki tarafta birisi eğitim camiasında Üstad’ın metodunu göstermeye çalışıyor. Derken matbaat lisanîyle siyasi âlemde de onlara ihtiyaç var. Dolayısıyla bu ayrılık veya ayrı ayrı dediğimiz duruma ben İmam-ı Şarani’nin bir sözüyle cevap vermek istiyorum. Malumunuz Üstad Hazretleri bugünü Şarani’nin mizanıyla ters diyor. İhtilaf ummeti rahmetun tabirini izah ederken ‘Filan imam, filan müctehid ihtilaf etti demek, abestir diyor. Fakat filan imam bu hususta genişlik gösterdi’ Beyazıd-i Bestami Hazretlerinin de ‘Eğer mezhepler arasındaki ihtilaf olmasaydı, ben helak olurdum’ Dolayısıyla hizmetlerimiz arasındaki görülen farklılık, insanın fıtratından kaynaklanan bir farklılıktır. Yani insanda teaddüden bir fıtrat var. O fıtrat, muhtelif fıtratlar, herkes aynı meslek ve meşrepte olamaz. Herkes kendi fıtratına göre meslek ve meşrebine maidir, naidir, hevaidir. O fıtratlarına göre kendi mecrasını buluyor ve hizmet ediyorlar. Her bir meslekte de Hakk’a giden noktalar var. Kısa olur, uzun olur, şöyle veya böyle eninde sonunda hakikate dayanıyorsa, bir ucu hakikate dayanıyorsa; nasıl ki otobanda giden arabalar, sonuçta gidiyorlar. Ben onun önüne geçip tekaddüm etmeye çalışsam, trafik kazasına sebebiyet veririm. O zaman ben kimseyle uğraşmayacağım. Herkes kendi bildiği yolda istikametine gitsin, devam etsin. Birbirimizin önüne geçip tekaddüm etmeyeceğiz. Ve birbirimizin hizmetine yardımda bulunacağız, teşvik edeceğiz. Bu kardeşimiz fıtraten daha çok gazete grubu ile irtibatlıdır. Onun önüne gelip de bu tarafa çekmek; ben, onu hizmet görmüyorum. Tam aksine onu orada teşvik etmem gerek.
Risale-i Nur hizmetinde de böyle olmalı.
Aynen öyle.
Allah razı olsun. Çok teşekkür ediyorum
Estağfurullah.
Şimdi sizin aile, maşallah Baybara ailesi geniş ve her biri bir yerde Nur Talebeleri. Her biri bir cemaatte. Ben, bu aileyi çok seviyorum.
Cenab-ı Hakk bizi istihdam ediyor, Elhamdülillah.
Peki, şimdi 1996’da Mısır’a gittiniz. Havaalanında kim karşıladı sizi?
Ömer Çubuk ağabey karşıladı. Bir de Hüseyin ağabey karşıladı. Dediğim gibi daha önceden hizmetler vardı. Nesil’deki ağabeylerin gayretleri ile orada bir yayınevi kurulmuştu. Sözler yayınevi vardı. Şimdi zaten onu devam ettiriyoruz, Allah’ın izniyle. Oradaki yayınevinin asıl şeyi de Almanya’daki ağabeyler, Zeki Şevkli ağabeylerin şevkli gayretleriyle, orada basılan Kur’an-ı Kerimlerden gelen maddi destekle Mısır’daki Sözler Yayınevi kuruldu.
Avrupa’da basılan Kur’an-ı Kerim, değil mi?
Tabi. Tevafuklu Kur’an-ı Kerim basımından gelen maddi yardımla kuruldu. 1988’de başvurulmuştu sicil ticari için. İlk önce Zeki Sarıtoprak ağabey başlattı. Daha sonra Medine-i Münevvere’den Kenan ağabey geldi, oraya yerleşti. Zeki ağabey doktorasını orada yaptı. Ve dört sene sonra 1992’de sicil ticari çıktı. Buna da Allah razı olsun, gayretleri olan, bilhassa bu iş için uğraşan Abdunnasr’ın Ekonomi Bakanı Prof. Dr. Hasan Abbas. Tabi hala hayattadır. Kendisi bir ara dedi ki; ‘Herkes beni Şazeli biliyor, fakat ben Şazeli kimliği ile burada hizmet etmek istiyorum. Herhangi bir sıkıntınız olursa önce gelip bana söyleyin. Ben, sizin önünüzdeki engelleri kaldıracağım.’ Allah razı olsun, Ortadoğu’da açılan ilk Türk yayınevidir. Mısır’ın da o zamanlar çalkantı dönemi, bizim 80’li yıllar diyelim. Bir kısım terör hadiseleri var. Tekfir cemaatleri, tanzim örgütleri var.
Aslında Türkiye’ye bakarsak, Ortadoğu’daki olayları görmüş oluruz.
Evet.
Türkiye de bir ihtilalden çıkmış 80’lerde. Türkiye, Ortadoğu’ya göre biraz daha yumuşak, biraz daha sakin.
Öyledir. O zamanlar tabi ihvan-ı müslimin var. Kaşınan bir yer. Fakat tevafuktur, 1993’te Sözler basıldı. Ve 1995’te daha sonra Mektubat, Şualar basıldı. 1994’ten sonra Mısır’da ciddi manada hiçbir terör hadisesi olmadı.
Subhanallah. Risale-i Nur oraya girdikten sonra…
Evet. Bu, bir tevafuktur. Nurlar’ın bir kerametidir. Nasıl ki Türkiye’de de Nurlar’a intişar eden bir kısım maddi manevi felaketlerin önüne set çekmiştir. Sedd-i Kur’an’ı teşkil etmiştir. Risale-i Nur’da aynen İslam dünyasının kalbi ve merkezi olan, aklı ve fikri manası olan Mısır’da da 1993-94 tarihinden sonra belki senede bir iki tek tük hadise olmakla beraber, fakat daha önceden haftada bir, iki haftada bir olan o suikastlar, terör hadiseleri bitmiştir. Biz de Nurlar’ın oradaki intişarıdır, diyoruz. Tevafuklu bir şey daha söyleyeyim. 1997’de külliyatın tümü bitti, 9 cilt Arapça.
Siz gidince hangi kitaplar vardı?
Gittiğimde sekiz cilt basılmıştı.
Sizden sonra diğerlerini bastınız?
Evet. Ben oradayken 9. cilt basıldı. Sempozyumlar yapıldı. 1998-2000 sempozyumlarını bastık. Küçük kitaplar basılmıyordu. Üç-dört tanesi tek basılmıştı. Cep kitapları dediğimiz 33 adet seri basılmaya başlandı. Şu anda onlardan dördüncü-beşinci baskısını yaptığımız risaleler var. Hastalar Risalesi mesela 100 bin adetten fazla basıldı. Ses kaydı olarak CD şeklinde de onu hazırladık. Güzel bir teveccüh var.
Sizi havaalanında karşıladılar. Nereye gittiniz?
Dershane manası dediğimiz, talebe arkadaşların kaldığı bir yer var. Fakat bizim Türkiye’deki gibi tam anlamıyla bir dershane manası değildi. Yani dershane deyince, risale okunması ile cemaatle namaz kılınmasıyla haftalık dersin yapılması gereken yer manasını anlıyoruz. Fakat oranın belki bir kısım şartları icabı onları tahakkuk etmiyorduk. Oraya gittikten sonra baktık ki, talebeler de Ezher’de okumak ile beraber verdiği biliyorduk havası vardı.
Şu var zaten. Ben bunu Suudi Arabistan’da Muhammed Elmas’a söyledim. O da ‘Sadakte’ dedi. Yani Araplar zaten onları biliyorlar. Şimdi Araplara biz dini mi öğreteceğiz? Onlara söylediğimiz zaman, ‘Yahu biz Kur’an’ı biliyoruz, siz nereden çıktınız?’ diyorlar.
Evet. Ezher’de okuyan talebelerin bir kısmında o havayı görünce baktık ki bu iş olmayacak. O zaman ‘Acaba bunlara nasıl Risale okutturabiliriz?’ diye düşünürdük. Yedi-sekiz kişi kalıyordu. Kader ile ilgili bir-iki mevzubahis, hatta Üstad Hazretleri hayatta iken Ezher talebeleri tarafından gönderilen sorulara verilen cevaplar, diye 1957 yılında basılmış olan kitap var. Oradaki o meseleler hatırıma geldi. O kitapta daha çok kader bahsi var, ene-zerre bahsi var, hadis usulüyle ilgili meseleler var, ilmi mevzuular var. Onları da bahsedince, yahu hoca şöyle böyle, diye ihtilaf olurdu. ‘Bir dakika bir de Risalelere bakalım, niye biz şu ana kadar elimizdeki eserin kıymetini bilmiyoruz’ derken; sonra arkadaşlar, akşamları bunları beraber konuşalım, müzakere edelim, dediler.
Teklif onlardan mı geldi?
Teklif onlardan geldi. İlk gittiğimde dershanedeki disiplini göremediğimi söyledim. Tabi dağdan gelmiş, bağdakini kovuyor hesabı olmasın diye alttan alalım dedik. Elhamdülillah beş ay geçtikten sonra hepsi külliyat sahibi oldular.
Kaç kişi?
Altı kişiydi.
Muntazaman ders yaptınız bunlarla.
Bir ay sonra başladık derslere. Dersler başlandı. Onların sorularına Risalelerden cevap verilmeye başlandı. Daha önceden vakitlerini Mısır dizileri seyrederek geçiriyorlardı. Onları tamamen terk ettiler. Ve ‘Acaba Risalelerden daha fazla nasıl istifade edebiliriz?’ hatta en son ‘Biz anladık ki sen buraya talebe getirip, talebe yetiştireceksin. Fakat bizim şu anki halimiz, sizin getireceğiniz talebelere örnek olamayacak. Bize müsaade et, başka bir yerde kalmak istiyoruz’ dediler. Fakat onlar dershaneden ayrıldıktan sonra da sürekli derslere geldiler.
Bunlar, kendileri Mısırlı mı?
Yok. Mısırlı da vardı. Fakat daha çok Türkiye’den Ezher’e okumaya giden talebeler. Fakat zihniyet olarak siyasi zihniyet vardı, milliyetçi zihniyette olan vardı, Yeni Asyacı vardı. Güzel bir mozaik vardı, Elhamdülillah. Ben şunu gördüm, Risale-i Nur’un metoduyla, nazikâne ve nezihane üslubuyla. Risale-i Nur medresesinde en aşırı zihniyette olanlar ile öteki uçta olan ehl-i tarik ikisi aynı medresede oturup Risalelerden ders alabilir. Hatta gariptir bir ara bir gençle tanıştım. Sakalı, cübbe kısa, tam bir vehhabi zihniyetli idi. Ve Nurlar’a muhabbeti var, okuyor, okutturmaya çalışıyor. Bir defasında ‘Ben, sizlere şaşırıyorum. Hem ehl-i tariklerle çok samimi dostsunuz hem bizlerle. Bu nasıl oluyor?’ dedi. Çok ta şaşırmıştı. ‘Ben, size Üstad’dan bir hatıra anlatayım, o zaman anlarsınız’ dedim. Üstad Hazretleri Emirdağ’ındayken emniyet amiri yeni tayin oluyor. Acaba bu Said Nursi ne yapar, nasıl birisidir, diye gözetlemeye alıyor. Sonra gider kapının arkasından bakar ki Üstad bir tabağın içerisine yemek koymuştur. Aynı tabağın bir kenarında bir kedi yemek yiyor, öteki tarafında da bir fare yemek yiyor. O zaman demiş ki ‘Bu zatla uğraşılmaz. Aynı tabaktan dost ile düşman yemek yiyebiliyorsa bu zatla uğraşılmaz’ Şimdi, tabiri caizse Risale-i Nur büyük, umumi bir sofradır, Kur’an sofrasıdır. Kur’an’da da her kim, her meslek, her meşrep sahibi kendi gıdasını alabilir. Risale-i Nur da Kur’an’ın bu sırrına mazhar olmuş. Mesela fuarlarda çok karşılaşıyoruz. Adam gelip diyor ki, ‘Ben, Said Nursi diyemem, Seyidi Said-en Nursi demem gerekiyor.’
Kürtçede tam karşılamıyor efendim ama.
Evet. Yani hazretleri. Demeden geçemem, dedi. Öteki de ‘Siz ne derseniz deyin ama Said Nursi asrımızın en büyük selefi âlimidir’ diye. Hatta Mekke’de Ummu’l Kul Üniversitesi’nde bir mastır öğrencisi ‘Üstad, selefidir. Akidesi de selefi bir akidedir’ diye mastır tezi hazırladı. Şimdi adam nasıl okuyorsa Risaleleri, hangi canipten okuyorsa kendisinden bir meslek, meşrep buluyor.
Şimdi bu röportajı okuyan bazı kardeşlerimiz ‘Selefi nedir?’ diyecekler.
Tabir olarak selefi tabiri, kendilerine selefi unvanı veren kimse selefi olamaz. Yani bu, Ramazan el-Buti’nin ‘Selefi bir dönemdi, bir mezhep değildir. Ve Asr-ı Saadet dönemi, sahabeler ve tabiinlerin ilk dönemine denir.’ Buna; mübarek bir zamandı, ehl-i sünnet ve cemaat tabiri daha kullanılmadan, mutezile çıkınca, bu kez mutezilenin karşısına ehl-i sünnet ve cemaat diye bir tabir çıktı. O tabirler çıkmadan önceki dönemden taa Resulullah (asm) dönemine kadar olan döneme selef dönemi deniliyor. Daha sonrakilere de halef deniliyor. Yoksa şimdi bir kısım vehhabi görüşlerin içerisinde olup ta biz selefiyiz demek, çarpıtmadır, başka bir şey değil.
Siz, Mısır’a gittiniz. Beş-altı tane arkadaş vardı. Sözde medrese ama bizim Türkiye’de anladığımız manada bir medrese değil. Bu kardeşlerimizle, siyasetçisi var içinde, milliyetçisi var içinde, diğer cemaatlerden karma bir grup var. Ve bunlarla siz biz müddet uğraştınız. Beş ay mı? Altı ay mı?
Altı ay sonra kendileri Risale-i Nurlar’ın çizgisine geldiler.
KAHİRE’DE 7-8 TANE NUR DERSANESİ VAR
Sonra siz oraya Türkiye usulü bir medrese sistemini nasıl koyabildiniz?
Normalde yetişme tarzımız, hizmet tarzımız, medrese eksenli bir hizmet tarzıdır. Fuarlarda oradaki Sözler Yayınevi olarak 80’lerde -tabi işin başında Hasan Kondu ağabeyler var- 1986’da iştirak edilmiş. Kahire Uluslar Arası Kitap Fuarı ki bu da dünyanın ikinci büyük kitap fuarıdır. Bu sene dördüncüsü düzenlenecek. Türkiye’den bir-iki talebe geldi, sonra fuarda tanıştığımız gençler oldu muhtelif cinsiyetlerde ve milletlerde. Malezyalı, Endonezyalı, Türkmen, Uygur derken her sene dershanemize bir-iki kişi, üç kişi kattık. İki dershane, üç dershane, beş dershane derken şimdi Cenab-ı Hakk’ın izniyle 7-8 tane dershane var.
Kahire’de?
Kahire’de, Elhamdülillah. Buralarda muhtelif milletlerden 12-13 tane talebe kalıyor. Bunlarla ortak dilimiz Arapça. Fakat her millet de kendi lisanında ders yapıyor. Hatta Endonez talebeler Hizmet Rehberi’ni Endonezce’ye tercüme ettiler. Endonezya’da tercüme edilen kitaplar elimize geçiyor. Onların tashihatını yapıyorlar kardeşler, tekrar Endonezya’ya gönderiliyor ve orada tekrar basılıyor.
Endonezce olan kitaplar orada basılıyor değil mi?
Mısır’da bir-iki kitap bastık biz. Endonezce lisanında olan kitaplar Endonezya’da basılıyor.
Endonezya cemaati hakkında bilginiz var mı?
Dershanemiz var orada. Has bir kardeşimiz var. Yıllardan beri Risale-i Nurlar basılıyor. Her sene sempozyum veya panel düzenleniyor. Matbaat lisanıyla Risale-i Nurlar’ın intişarı yapılıyor. Bununla beraber de Ezher’den mezun olan ve dershaneyle tanışan, gelip dershanede kalan kardeşler, memleketlerine geri döndüklerinde kendi bulundukları yüksekokullarda, fakültelerde Nurlar’ı neşrediyorlar, okuyorlar, okutturuyorlar. Hutbelerine konu oluyor.
ARABİSTAN BASIN BAKANLIĞI’NDAN RİSALE-İ NUR’A BASIM İZNİ…
Siz, Mısır’da Risale-i Nurlar’ı basıyorsunuz. Son zamanlarda Suudi Arabistan adına da basıyorsunuz diye biliyorum, doğru mu?
Suudi Arabistan adına basmak şöyle oldu. Fırıncı ağabeyin Bekir Berk zamanından kalan bir arkadaşı, bu arkadaşı Fırıncı ağabey ile çok samimiydi. Fırıncı ağabey, benim babamdı, zafiyetiyle bakıyor. Kendisi bize teklifte bulundu. Kendisinin bir yayınevi vardı. Siz, Risale-i Nurlar’ı basın, ben hiçbir talepte bulunmuyorum, diye bir teklif yaptı. İki sene öncesinde de Suudi Arabistan basın bakanlığı tarafından Risale-i Nurlar’ın basılması hakkında izin çıktı. Fırıncı ağabey de bu izni değerlendirmek istedi.
Suud baskısı çok mu önemli?
Şöyle söyleyeyim. Mesela bugün Medine ve Mekke’deki bazı üniversitelerde okuyan öğrencilerin bazı konularda bir takım takıntıları oluyor. Vehhabi zihniyetinde oluyor. Vehhabi zihniyeti ruhani, tasavvufi konulara soğuk bakan bir zihniyet. Bu kitapların Suud’da basılması da Suud’daki âlimler tarafından da kabul görmüş demek. Suud âlimleri de onay vermişse demek ki bu kitaplar doğrudur.
Bunu biraz açar mısınız? Ben özellikle sordum bunu. Ben şöyle biliyorum. Suudi Arabistan’ın bir mührü, yayınevlerinde bulunan bu mühür O’nun dünya genelinde bir prestiji olduğunu biliyorum. Öyle mi?
Değil. İslam dünyasının üç tane merkez noktası var. Birincisi Türkiye’dir. İkincisi Mısır’dır. Üçüncüsü de Suud merkezli Haremeyn-i Şerifeyn’dir.
Bu sıralama böyle midir?
Benim sıralamam bu. Kendi içimdeki bir sıralamadır. İleride İslam merkezli üçayaklı bir sacayağı düşüneceksek o zaman Pakistan’ı eklememiz gerekiyor. Mısır, Türkiye, Pakistan… Mısır, Arap âlemini temsil ediyor. Türkiye, Balkanlar, Avrupa ve diğer âlemi çekiyor. Pakistan da uzak doğu âlemini alıyor. Ortadoğu diye düşüneceğimiz zaman Mısır’da Ezher Üniversitesi olması hasebiyle Ezher Âlimleri o hususta mutedil. Mısır âlimleri, Üstad hazretleri de bahsediyor, ehl-i tahkiktirler. Hatta Ezher’in yanında basılmış olan bir kitabı tashih etmek istemiyor. ‘Mademki oradaki âlimlerin tashihinden geçmiştir, benim burada yapacağım tashih uygun değildir’ demiştir.
Uygun değildir sözünü Üstad Hazretleri nezaketen söylemiştir.
Aslında bakarsak Üstad Hazretlerinin Şam’a geliş sebeplerinden bir tanesi de, oradan Mısır’a gelip Ezher halkının da kanaat sahibi olmasıydı. Fakat Şam’da da bir kısım Ezher âlimleri ile görüşünce o zaman Mısır’a gelmeye gerek hissetmiyor. Üstad Hazretleri geniş bir yelpazede. Libya âlimleri de çalışmışlar fakat gittikleri yol ile Üstad Hazretlerinin yolu arasında dağlar kadar fark var. Onlar maziyi unutarak ilerlemişlerdir. Fakat Üstad Hazretleri öyle değil. Üstad Hazretleri maziyi unutmamış, mazinin üstüne bina ederek fakat yenileyerek âlem-i İslam’ın ittihadını. Bazıları diyor ki ‘Üstad, Cemaleddin Efgani gibi bir zatı neden halefleri’ halefleri, vustak haleflerinin olmak sebebi yani onlar da âlem-i İslam’ın ittihadına çalıştıkları içindir. Yoksa onların efkârlarını tasvip ettiği için değil. Ben, bu noktayı tashih etmek istedim. Hâlbuki Efgani, o zaman bir takım mason localarına kaydolduğu biliniyor. Belki o zaman mason locaları nedir diye bilinmiyor olabilir. Fakat bu zamanda ‘o âlimlerin localarda ne işi var’ diye soruluyor. Üstad da bunlardan bahsettiği zaman, ben bunu ağabeylere sormuştum. Onlar da âlem-i İslam’ın ittihadına çalıştıklarından dolayı Üstad o zaman haleflerim, bunlardır, diyor. Yavuz Sultan Selim için de halefimdir, diyor.
Mevzu biraz dağıldı.
Evet.
Evet. Âlem-i İslam’ın merkezi diyoruz. Kahire’nin merkez olması hasebi, Üstad Hazretleri de bahsediyor; Ezher’in orada olması birinci şeydir. En büyük Arap ülkesidir, 85 milyon nüfusu var. Müfekkir yetiştirme açısından ve Ortadoğu’da Filistin’e yardımda rol almak isteyen kilit ülkelerden birisidir. Afrika’nın kuzeyden giriş kapısı sayılır. Bir de Ezher’in bir milyondan fazla talebesi ve yüz küsur ülkeden talebenin orada olması hasebiyle Mısır, omuz omuza verilebilecek bir ülkedir.
(Devam edecek)