Şahin DOĞAN
Elif Şafak ile ‘Aşk Şeriatı’ üzerine
İkinci defadır bitiriyorum Elif Şafak’ın “Aşk” adlı romanını. Birinci defa 2010 yılında İstanbul Tuzla Piyade Okulu’nda askerlik yaparken okumuştum. Önceleri “Baba ve Piç” öpmüştü ellerimizden. Sürükleyici, akıcı, düşündürücü, cezp edici bir roman. Üslup bir kelimeyle nefis. İçerik çağdaş insanın yitik bir değeri olan aşk. Ama bu bildiğimiz mana da aşk-ı mecazi değil aşk-ı hakiki. Mutsuz bir kadın olan Ella hayat bilmecesi karşısında yorgun ve çaresizdir. Kocası David onu anlamaktan epey uzak bohemce hayat yaşayan bir zavallı. Tek bildiği şey bol bol para kazanmak, gösterişli bir zengin olmak. Ama Aziz Zahara’nın “Aşk Şeriatı” isimli roman müsveddesi böylesi bir hayattan bıkmış ve usanmış olan Ella üzerinde hayatında silinmesi imkansız izler bırakacak ve en nihayet yoğun düşünsel istihaleler sonucunda Ella Müslüman olacaktır.
Romanı teknik açıdan incelemek edebiyat tarihçilerinin işi ama şu kadarını söyleyebiliriz: Roman da karakterlerin birinci tekil kişiler olarak konuşturulması (monolog) bambaşka bir renklilik ve derinlik katıyor esere. Bir de günümüzden 13. yüzyıla doğru ustalıklı gidiş/gelişler var. Hiç kuşkusuz ki edebiyatımızda bu tekniği ilk ve en iyi kullanan Orhan Pamuk imzalı “Benim Adım Kırmızı” isimli roman. Dünya edebiyatında bunun ilk öncüsü Victor Hugo. (Bir İdam Mahkumunun Son Günü)
Roman, Türk Edebiyatında kadın yazarlar tarafından kaleme alınan en kıymetli, en seviyeli eser. Halide Edip Adıvar üslubu temiz ama tasavvufa düşman bir kalem. Samiha Ayverdi üslubu enfes, tasavvufa bakışı müspet ancak roman sanatı hakkındaki bilgisi yetersiz. Aşk onun kaleminde her ne kadar revnak ve hercai bir duygu şöleni ise de mecaziden hakikiye olan irtifada her daim bir yapaylık, bir sahtelik, bir iğretilik belirgindir. Aynı pınardan beslenen Safiye Erol, sanatta latiftir ama Samiha’ya nispetle bir parmak daha geride. Kenan Rifai’nin bu iki öğrencisi hocalarının tasavvufi düşüncelerini roman formatı içerisinde sunmayı yaşamlarının biricik amacı haline getirmişlerdi. Bu uğurda başarılı bir edebi seviye yakaladıklarını söyleyebilmek için çok iyimser olmak lazım.
Nazan Bekiroğlu mistik nazım (düzyazı) havası içerisinde kaleme almış olduğu eserlerinde tasavvuf bir rayiha kadar ancak vardır. Müphemlik “La” yazarının tutulmuş olduğu şifası olmayan onulmaz bir hastalık. “Nun Masalları” bu hastalığın zirve noktası. İnci Aral zaten söylemeye hacet yok, çağdaş tüm değerleri (değersizlikleri mi demeliydim) özümsemiş modern bir yazar. “Yeni Yalan Zamanlar” herhangi sahici bir hakikatin değil sevimli bir yanılsamanın izlerini taşır. “İçimden Kuşlar Geçiyor” ona kıyasla sanatın ruhuna daha yakın bir yerde duruyor gibi. Şule Yüksel Şenler ve Emine Şenlikoğlu’nu söylemeye gerek bile yok çünkü bunların yazdıkları sanat değil sanatı araç yaparak bir ideolojiyi aşılamaya çalışmak.
Ancak Şafak mazi ile henüz göbek bağını koparmamış ve bunu yapmayı hiç düşünmemiş bir talihli. Gelenek ve modernlik arasında orta bir yerde duruyor. Amaç geleneği çağdaş bir format içinde sunmak okuyucularına. Şems-i Tebrizi ve Mevlana onun kaleminde günümüz çağdaş insanı için hala bir üstat, bir mürşit, bir kurtarıcı. Gerçi Şems karakteri biraz hakikatle uyum içerisinde değil. Melamilik neşvesi içerisinde zahir addettiği şeriatın kurallarına aldırış etmiyor ancak okuyucuya vermek istediği mesaj çok açık: ‘Ilıman İslam.’ Bunu kitaba serpiştirilen ayet meallerin de rahatlıkla görmek mümkün.
Sözgelimi Nisa Suresinde kocanın kadın üzerindeki yetkisi ve bazı zaman onu hafifçe dövebileceğini söyleyen Elmalılı çevirisinden hiç hoşlanılmaz onun yerine daha sorunsuz, modern değerlerle uyumlu bir çeviri olan Yaşar N. Öztürk’ün çevirisi tercih edilir. Gerçi günümüzde aynı şarkıya İslamoğlu dahil bütün meal yazarları dil-beste olmuş bir vaziyette. Onun için bu konuda Şafak’ı kınamak yersiz ve hatta anlamsız. Şems’in katışıksız bir Şii/Karmati olduğu ve bunu yaymak için Anadolu’ya geldiğini söyleyen araştırmacı sayısı gittikçe artıyor.
Mevlana ‘ılıman İslam’ın yani sorunsuz, tehlikesiz, engel çıkarmayan İslam’ın sembol isimlerinden. Şems ile bir ve birlik olmuş mistik bir deha. Muhammed İkbal’e göre “mistik dünyanın sultanı.” Moğol istilasına karşı takınmış olduğu muğlak tavır, bazı uyanık kafalarda bir soru işareti olarak duruyor hala. Elif, bu tutum üzerinde fazla durmuyor, geçiştiriyor. Ancak Mikail Bayram kafalara tokmak gibi indirmede ısrarlı. Ona göre Mevlana halis anlamda bir Moğol casusu. Onu bu işe sürükleyen kişi ise Şems. Hangi Mevlana, hangi Şems? Ne kadar tanıyoruz bunları? Aynı soruları vakti zamanında Cemil Meriç de sormuştu kendi kendine ve öyle anlaşılıyor ki vazıh bir yanıt bulamamıştı.
“…Celalettin (Mevlana) büyük bir insan. Herkes öyle diyor. Yüz binlerce talihsiz eteğine yapışmış üstadın. Asırlardan beri hükümran. Ona dil uzatmak ne haddine? Tanıyor musun ki? Hayır… Tanıyanlar tanıyor mu ki? Tanıyanlar, daha doğrusu tanıtanlar. Gölpınarlı’ya (Abdulbaki) göre, üstat, çağının peşin hükümlerine başkaldıran hürendiş bir düşünce adamı. Aynı Gölpınarlı’ya göre, Şemsettin Tebrizi ile Sodom’un yüz gününü yaşamış, mezhepsiz, mukaddesatsız bir sapık, 13. yüzyılda bir Marki dö Sade. Sohbetlerinde bunu söyleyen Gölpınarlı, kitaplarında başka türlü konuşuyor. Hangisine inanacağız? Aynı insan hem veliler velisi, sultanlar sultanı, hem şeytan…” (Bu Ülke Cilt 2 s. 239)
Kitaba yönelik -bilhassa muhafazakar cenahtan- ilk ciddi eleştiri bilebildiğim kadarıyla Dücane Cündioğlu’ndan geldi. “Aklın kaleminden kırk kurallı aşk” başlıklı Yeni Şafak’ta yayınlanan eleştirisinde Cündioğlu “Mevlana İslam aleminin Shakespeare’i”, aşkın kırk altın kuralı, Mevlana’nın yetişkin bir kızla aynı odada Kuran’ı nüzul sırasına göre okumaları, bazı hadislerin ayet olarak zikredilmesi gibi yazılanları “özensizlik” ve “ciddiyetsizlik” olarak nitelendiriyor, haklı olarak. Cündioğlu bu duruma karşı oldukça öfkeli: “…Tanzimat ilan ettik değişen bir şey olmadı; iki defa Meşrutiyet ilan ettik, o da pek işe yaramadı; Cumhuriyet ilan ettik yine aynı tas aynı hamam! Acaba şimdi de biraz ciddiyet mi ilan etsek? diyen Sakallı Celal’in kulakları çınlasın!”
Tabii ki trafik kuralları veya başarının altın kuralları gibi aşkın kuralı olmaz. Elbette ki tarihsel bir kişiliğin ağzından mevzu bir hadisin ayet olarak aktarılması affedilmez. Ve Mevlana gibi takva ehli bir insan 13. yüzyılın dini ve kültürel ortamında yetişkin bir kızla yalnız başına aynı odada oturup geçmişi henüz kırk ila elli yılı geçmeyen Kuran’ı nüzul sırasına göre okumak gibi bir gaflete düşmez. Bütün bunlar doğru lakin bunların hepsi bilimsel hatalar, sanatsal değil. Karşımızda bir tarih kitabı değil ucu çoğu zaman hayallere açık edebi bir eser var çünkü. Kısacası hayatımda okuduğum en keyifli, en zevkli romanlardan biriydi “Aşk”, vaktim olsa üçüncü defa okumayı çok isterim.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.