Himmet UÇ
Ene
“Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir veçhi enedir.”
Bu cümlede emanetin müteaddid vücuhu var, bu çoğunluğun bir ferdi de ene yani ‘ben’. Ne demek emanetin müteaddid vücuhu? Emanet bir tek şey değil birçok şey, o çok şey ne acaba veya neler? Bu konuda Bediüzzaman başka şeyler söylemiş mi?
“Koca kâinatı bir hanesi misüllü insana musahhar ve müzeyyen ve tefriş etmek ve o insanı halife-i zemin ederek ve dağ ve gök ve yer tahammülünden çekindikleri emanet-i kübrâyı ona vermesi ve sair zîhayatlara bir derece zabitlik mertebesiyle mükerrem etmesi ve hitâbât-ı Sübhâniyesine ve sohbetine müşerref eylemesiyle fevkalâde bir makam verdiği ve bütün semâvî fermanlarda ona saadet-i ebediyeyi ve beka-i uhreviyeyi kat’î vaad ve ahdettiği halde, elbette ve hiçbir şüphe olmaz ki, bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ı saadeti o mükerrem ve müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve kıyameti getirecek diye, Muhyî ve Mümît ve Hayy ve Kayyûm ve Kadîr ve Alîm isimleri, Hâlıkımızdan sormamıza cevap veriyorlar.”
Yukardaki cümlede insan zeminin halifesi, dağ ve gök ve yer tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı hamil. En üst cümlede emanetin müteaddid vücuhu idi burada ise emanet-i kübra.
“Daire-i imkânda ve kâinatın sergüzeştine ait inkılâplarda ve emanet-i kübrayı ve hilâfet-i arziyeyi omuzuna alan nev-i beşerin şekavet ve saadet-i ebediyeye medar olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehşetli meselelerinde, en azametlilerini ders vermek ve hadsiz şüpheleri izale etmek ve gayet şiddetli inkârları ve inatları kırmak cihetinde, elbette o dehşetli inkılâpları tasdik ettirmek ve o inkılâpların azametinde büyük ve beşere en elzem ve en zaruri meseleleri teslim ettirmek için, Kur’ân, binler defa değil, belki milyonlar defa onlara baktırsa yine israf değil.”
Ene bahsinden önce anlaşılması gereken emanet kavramı ve onun çok yönlü ve büyük bir emanet olması.
Büyük emanetin çok yönleri var elbette, müteaddid yönü de vücuhu da var. Nasıl bu işin içinden çıkılır? İnsana emanet verilmiş birçok şey, halbuki insan kendini kendinin sanar, mülkiyeti kendine aitmiş gibi. Erzurum’da ihtiyarlara “amca nasılsın” diye sorunca “oğul emaneti dolandırıyoruz“ derlerdi eskiden. Günlük hayata yansımış bir sorumluluk bilinci. Sana bir şey emanet edilmişse emanete hıyanet edilmez gelenekte böyledir. “Kulum gel bakalım emanetimi nasıl kullandın?” diye sorarsa Hakim-i Adil…
Psikanalistler insan davranışlarının ana motoru olduğu için ‘ben’ üzerinde çok dururlar. Buna “kendilik bilinci” diyorlar. Bu bilincin sınırları kişinin faaliyetlerinde daima kendini düşünmeyi ideal olarak hedeflemesi... Bu da bir kazanç ama Bediüzzaman ‘ene’nin hem insana bakan hem de kainatın anlamını çözmede bir anahtar olan yönüne dikkat çekiyor. Çünkü anahtarın mahiyeti bilinmezse veya nasıl kullanılacağı anlaşılmazsa, ne kendini ne de kainatı, anlayabilir.
Bediüzzaman psikolojide, psikanalizde, nöropsikiyatride, marazi psikolojik hastalıklarda uygulamadan alınmış reçeteler ortaya koymuş. O bir psikoloji ve psikiyatri alternatifi olacak kadar geniş düşünen bir insan ama bu mukayeseler yapılmadığı için öylesine kalıyor.
İşin bir de felsefi yanı var o da başka. Fen bilimleri, edebiyat, sanat, estetik, psikoloji, bu ilimlerde Türk ilim çevreleri vahyin ışığında bir bakış sergileyemediler. Bu yüzden yukarıdaki ilimler hep insanı evrenden, alemden, hatta kendinden, Allah’tan bağımsız gördüklerinden faydasız gevelemeden ileri gitmiyor.
Bediüzzaman’ın talebeleri gaye-i hayali olan insanlar olmalı. Bediüzzaman “gaye-i hayal olmazsa ezhan enelere dönüp etrafında gezerler” der. İşte bu kendilik bilinci, kendini aşamayan kendi etrafında dolaşan insanlar ancak elbise dolabını ve cebini dolduran insanlar olurlar, bir de mutfağı. Bir günü bir aksesuar için harcayan mesture bayanlar veya bir otomobil müptelası, hava, gösteriş, debdebe… Böyle dava adamı olunur mu? Dava ne? Bu milletin imdadına herkes mesul olduğu alanlarda koşmalı, okumalı, yazmalı. Ne varsa yapmalı. İşte emaneti kübra kendine emanet edilen beden ve bilginin yerinde kullanılması.
İşarat’ül İcaz’da Peygamberimizin (asm) dilinden konuşturulan bir ifadede yine insana büyük emanetin verildiği anlatılır.
“Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelinin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık alemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezeli, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezeliden risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelinin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!"
Bu son metinde emaneti vermek için insanları seçmiş ve ona vermiştir. Bir de seçilmek manası var.
Bu seçilmişlik elbette sorumluluk getirir. Her yaptığının hesabını verecektir.
“Emanet-i kübrâ hamelesi ve arzın halifesi olan insanların ef’âl ve âsâr ve akvâllleri ve hasenat ve seyyiatları, kemâl-i dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek.“
Bu yazımıza Peygamberimizin (asm) hayatından bir bahisle yine emanet kelimesinin hakim olduğu bir vaka ekleyelim, devam ederiz. Çünkü emanetin müdeaddid veçhi ve emanet-i kübra olması kaldı.
Mekke’nin fethinde Resulullah’ın (asm) devesi ile kutsi beldenin sokaklarında nerede duracağı merak edilirken, deveye tabi olunmasını irade eder. Deve gelir Eyyub El Ensari’nin evinin önünde durur. Ona gelinceye kadar nice zengin ve debdebe sahibi insanlar istese de Efendimiz durmaz. Bu fakirane evin önünde bu zübde-i kainatın hamelesi olan mukaddes deve oturur. İnsanlar hayret eder.
Cenabı Nebi (asm) eve girer oturur, ilk sözü “emanetimi getirin”dir. Ev sahipleri Ensari hazretleri “ne emaneti ya Resulllah” der. Böyle bir şey olmadığını belirtirler, Efendimiz (asm) ısrar eder, “Sizin atalarınızdan bana yüzyıllar önce bir emanet bırakmıştı.” Bunların birden aklına gelir. Yüzyıllar önce bir adam gelir, Eyüb Ensari’nin soyundan Kabe’yi yıkmak ister, birden hastalanır. Ona “buradan ahir zaman peygamberi çıkacak sen kötü bir şey düşünüyorsun, bu yüzden hasta oldun” derler. Bu da hemen vazgeçer ve hastalığı savuşur. Hemen bir taş metne Peygamberimize (asm) hitaben birşeyler karalar. Üzerine “Ahirzaman Peygamberine” yazar. Bu bir kenara konur, birkaç yüz yıl aradan geçer.
O sandukça akla gelir ve getirilir, açılır. Peygamberimize (asm) hitaben yazılmış ve Ona ümmet olarak kabul edilmesi hitap eden bir yazı ortaya çıkar. Herkes hayret eder. İşte o Eyyüb El Ensari Hazretleri sonra bir İstanbul seferinde İstanbul’a gelir ve orada vefat eder. Mezarı İstanbul’un fethi arefesinde ortaya çıkarılır ve askere kuvve-i maneviye olur. Şehir fethedilir.
Bir kelime ancak arkasına kültür, din ve sanatı alırsa güçlenir ve unutulmaz. İmaj değeri kazanır. Bakmak bir fiildir ama göz o işi yapandır. Fiildense göz daha estetiktir ve güzeldir. İşte emanet kelimesi de böyle ağır ve etkileyici imajları taşıyan bir kelime.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.