Hz. Yahya (AS) Kıssası’nın Ahirzamana Dair Bir Nüktesi

Kur’andan Hakikat Noktaları ve Hikmet Nükteleri-14

Meryem suresi 7. âyet يَا زَكَرِيَّا إِنَّا نُبَشِّرُكَ بِغُلَامٍ اسْمُهُ يَحْيَى لَمْ نَجْعَلْ لَهُ مِنْ قَبْلُ سَمِيًّا

(Ey Zekeriyya! Biz seni bir oğulla müjdeliyoruz. Ki ismi, Yahya’dır. Daha önce bu isimle isimlenen hiç olmadı.) Burada hem Yahya isminin orijinalitesini bildiriyor. Hem Yahya ismi, devamlı bir dirilikle ve farklı bir dirilme ile kendisine dirilik verilmiş, manasına gelmekle Yahya-meşreb birisinin geleceğine, Zekeriya makamında birisinin Onu gelmesini isteyeceğine bir işaret var.

Bu ümmet açısından bakıldığında, 19. Sure olan Meryem suresi ve bu surede geçen bu kıssa işaret eder ki, 19. yüzyılda ism-i Yahya gibi daha önce hakikaten kullanılmamış bir isim taşıyan, “Kitaba (Kur’ana) sımsıkı sarılan, bütün meseleleri Kur’anla izaha ve ispata çalışan, küçük yaşta iken hüküm ve hikmete eriştirilen, Hannan ismine mazhar şekilde şefkatli, Berr ismine mazhar şekilde müsbet, Zekiyy ismine mazhar şekilde nefsaniyetten mütecerrid, babasına (maneviyata) ve anasına (topluma) itaatkâr ve hürmetli, takvalı ve muhabbetli” birisi dünyaya gelsin diye Zekeriya makamında olan ruh-u Muhammedî (ASM) dua ediyor. Bu dua kabul görüyor.” “Ölü iken, kendisine nur verip dirilttiğimiz ve insanlar içinde o nur ile yürüyen” işaretiyle ism-i Nur’a mazhariyetle bütün latifeleri dirilen, her cihetten özel bir hayata eriştirilen ve makam-ı Yahya’ya (AS) çıkıp bir manevi Yahya olan Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un şahs-ı manevi akla görünüyor. Öyle ki, nur-u marifet, nur-u ilim ve nur-u hikmet ile insanlara manevi hayatı veren bir Kur’an hizmetini başlattı. Bu manada ism-i Muhyi’ye mazhariyeti bârizdir. Bir Ruhu’l-Kudüs, bir Ruhu’l-Emin ve bir Ruh-u A’zam gibi şahsıyla ve şahs-ı manevisiyle, ölmüş kalplere, ruhlara, sırlara hayat-ı maneviyeyi aktarıyor, hissettiriyor. Bu manasıyla, makam-ı Zekeriya’nın (AS) külli duası Âhirzaman’da kabul ve makbul oluyor.

Yaratılışta Zâkir ve Mezkûr İsimlerinin Tecellisi

Meryem suresi 9. âyetle قَالَ كَذَلِكَ قَالَ رَبُّكَ هُوَ عَلَيَّ هَيِّنٌ وَقَدْ خَلَقْتُكَ مِنْ قَبْلُ وَلَمْ تَكُ شَيْئًا

(Melek dedi ki: “Yahya’nın yaratılması ve doğması Rabbin üzerine çok kolaydır. Sen daha önce bir şey bile değilken seni yaratmadı mı?) Hilkat öncesi dönem açısından bakıldığında insan bir “şey” bile sayılmıyor. Burada İnsan suresi 1. âyete de işaret var; hatta tefsiri var. İnsanı bir şey yapan veyahut şey-i mezkur yapan, onun hilkatidir. Demek ki, insan manevi âlemde “şey” sayılmıyor; belki “şe’n” sayılıyor. Bu âleme gelince “şey”, sayılıyor. Yoksa Kur’anda ismi anılan, kendisine değer verilen, “tesbih” ve “hamd” yapan herhangi bir şey değildi, manasına gelmez. Her şeyin Kur’anda yeri ve değeri vardır. Demek ki meşiet sıfatı, eşya ile gözüküyor. Yaratılış, bu çerçevede bir zikr-i Hakk’tır. Zikreden Allah, mezkur ise mahlukattır.

Doğuştan Peygamber Olanlar

Meryem suresi 15. âyet: وَسَلَامٌ عَلَيْهِ يَوْمَ وُلِدَ وَيَوْمَ يَمُوتُ وَيَوْمَ يُبْعَثُ حَيًّا

(Doğduğum, öldüğüm ve diriltildiğim gün bana selam olsun) der. Bu ayet 6. âyetteki vâris-i Zekeriya (AS) ve vâris-i Âl-i Yâkub (AS) olması talebiyle beraber okunduğunda görünür ki, Hz. Yahya (AS) doğduğunda nübüvvete mazhardır, hatta belki resuldür. “Ve selamun ale’l-mürselîn” âyetinin işareti üzere… İsm-i Selam Onun bütün hayatında hükmünü icra ediyor, Onu kuşatıyor. Bundan dolayı, diğer resullere yetişkinlik zamanında verilen hüküm ve hikmet Ona daha sabâvet zamanında veriliyor. Bu selamet ve risaletin şerefi Âhirette de devam ediyor. İlerideki Hz. İsa (AS) kıssası nazara alınırsa Hz. İsa (AS) da doğuştan bir risalete ve ülü’l-azm boyuta sahipti, diye görünüyor. Veyahut potansiyel manada Onlarda bu cihetler vardı. Yani bazı insanlar dünya için yaratılmıyorlar; onlar doğuştan vazifelilerdir.

Hz. Meryem (RA) ile İlgili Bir Sır

Meryem suresi 16-17. âyetler وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مَرْيَمَ إِذِ انْتَبَذَتْ مِنْ أَهْلِهَا مَكَانًا شَرْقِيًّا (16) فَاتَّخَذَتْ مِنْ دُونِهِمْ حِجَابًا فَأَرْسَلْنَا إِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا (17)

(Kitapta Meryem’e verilen rahmeti de zikret! Ki O, ailesinden ayrılarak şark bölgesinde bir mekana çekilmişti. Topluma karşı da kendine bir perde edinmiş, içine çekilmişti. Sonra biz ona ruhumuzu elçi olarak gönderdik. Ruhumuz Ona, bir beşer seviyesinde ve suretinde göründü.) Meryem suresi kıssalarının geneli ile, başta peygamberler olarak insanların mazhar olduğu hibeleri anlatıyor. Fakat hibenin şartı olarak, Allah kullarından bazı şeyler istiyor. Mesela Hz. Zekeriya (AS) “Nübüvvet davasına varis olsun, korkarım din davası kesilecek” şeklinde sınırlandırılmış, kudsileştirilmiş bir çocuk talebi yapınca ve yıllarca bu mahrumiyetin acısı çekilince Allah, Ona Hz. Yahya’yı (AS) veriyor. Bu kıssada ise, Hz. Meryem’e (RA) verilecek bir hibeden bahsediliyor. Bu hibenin de alt yapısı olması lazım… Kıssanın başı buna biraz işaret ediyor. Fakat mesele tam anlaşılmıyor.

Kur’anın geneline bakılınca Hz. Meryem (RA) için “Avret mahallini haramdan koruyan” diye bir övgü var. (Tahrim suresi) Hem o övgü, hem bu kıssanın başındaki “Meryem, ailesinden uzak bir bölgeye gitti. Orada insanlarla bağını kopartacak şekilde bir perde edindi, içine kapandı ve içine döndü” ifadesi beraber ele alınınca Hz. Meryem’e (RA), Beyt-i Makdis’te haram bir şekilde temas edilmeye çalışıldığı, Onun bundan kurtulmak için Beyt-i Makdis’ten kaçıp evine geldiği anlaşılıyor. Olayın bir genç kız üzerindeki psikolojik ve ruhî etkisi nazara alınınca Onun yalnız kalmak istemesi, dindar kişilerinin bu vahşeti sergilediği bir toplumdan uzaklaşmak istemesi ve kimseyle görüşmemek için bir vesile ve hicab bulması Onun yaşadığı korku ve dehşet dolu anların tedavisi için bir çözüm arayışıdır. O, bu kudsî cehdi gösterdiği için, Allah onu en kudsî bir evlad ile müjdeliyor. İsa (AS), Hz. Meryem (RA) için bir mevhibe-i İlâhidir. Sergilediği kudsiyet ve takva-yı fevkalade, Onu bir ülü’l-azm resule valideliğe mazhariyete çıkarıyor. Ki, İsa (AS) annesi için bir teselli kaynağıdır. Bu manada Hz. İsa’nın (AS) özelliklerini Kur’an şöyle verir: “Annesine karşı, ism-i Berr’e mazhardır. Annesine karşı cebbâr ve şakî (sıkıntı verici, mutsuz edici) kılınmadı.”

Eğer Beyt-i Makdis’te böyle feci bir hadise olmasa idi, Hz. Meryem (RA) hep orada kalırdı. Çünkü annesi Onu doğuşta oraya adamıştı. Aslında adamayı yaptırtan Allah, Beyt-i Makdis’te böyle feci bir manzaraya izin veren Allah, Hz. Meryem’i (RA) koruyan ve oradan kaçırtan Allah, sonra da çocuğu ruhu ile müjdeleyen yine Allah… Kısacası Allah vermek istemiş, biraz da bedelini yaşattırmış fakat Hz. Meryem’e (RA) “Mukaddes, Sıddîka ve Mübarek” bir valide sıfatını kazandırmış. Elçi olarak “melek” değil, “ruhumuzu” gönderdik demesi, bu gelenin bir melek değil bir ruh olduğunu bildiriyor. “Ruhenâ” (Ruhumuz) demesi ise, bu ruhun, vâhidiyet boyutu ile bir ruh olduğunu bildiriyor. “Ve nefahtu fihi min ruhî” (Âdemin içine ruhumdan ruh, nefh ettim, üfürdüm) (Hicr suresi) âyeti ise, ehadiyet boyutu ile bir ruhtan bahsediyor.

Uluhiyet ve İblîs, Rahmaniyet ve Şeytan

Meryem suresi 44. âyet diyor ki: “يَا أَبَتِ لَا تَعْبُدِ الشَّيْطَانَ إِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلرَّحْمَنِ عَصِيًّا"

(Ey babacığım! Şeytana kulluk yapma! Hak bu ki, şeytan Rahmân’a isyankâr oldu.) Bu ayet, şeytaniyetin Rahmâniyet ile bir düşmanlığı olduğunu bildiriyor. Hicr ve Sad sureleri çok bariz şekilde bildiriyor ki, Uluhiyetin hasmı ise, İblisiyettir. İnsanın yolculuğu cehilden başlar, ilim semtine uğrar, sonra hayata geçer. Veyahut suretten başlar, hakikate erer, sonra hakka dönüşür. Veyahut zulmetten başlar, nura uğrar, sonra şuura erişir. Veyahut çirkeften başlar, birre uğrar, sonra hayra erer. İşte insanın ilim, nur, birr ve hakikate erişmesinin önündeki engel, İblis’tir ve enfüsî İblîs olan enâniyet ve kibirdir. İnsanın hayat, hakk, şuur ve hayra erişmesinin önündeki engel ise, Şeytândır ve enfüsî şeytan olan nefs-i emmâre ve gurûrdur. İnsan bu iki perdeye takıldığında farkında olmadan perdelere kulluk eder. Zât-ı Akdes olan Hüve-yi Kebîr, ulviyet ve ilim yolunda, Uluhiyet hakikatine hasım olarak İblis perdesini; azamet ve kudret yolunda, Rahmaniyet hakikatine düşman olarak Şeytan perdesini koymuş, tâ ki bu yolculuk hızlansın. Bunlar öldürücü değildirler; birer musibettirler. Faydalanmasını bileni kısa zamanda hakikat ve hakkın nurlu ve şuurlu dünyasına sokarlar.

Başkasının Günahlarının Affı İçin İstiğfar Edilebilir mi?

Meryem suresi 47. Ayette Hz. İbrahim (AS) diyor ki: “Ey babacığım! Sen beni kovsan ve taşlasan da ben senin için Rabbime istiğfarda bulunacağım. O beni nimetleri ile kuşattı.” Başkası adına istiğfarda bulunulabileceğine bu âyet fetva veriyor. Münâfikun suresi ise “Allah’ın resulüne gidin de o sizin günahlarınız için istiğfarda bulunsun, denildiğinde münafıklar hemen sırtlarını çevirirler” âyeti de resuller gibi, mürşid ve kudsilerin dualarını almayı emrediyor. Bu kudsilerin dualarını değersiz görmeyi ise, “münafıklık” olarak gösteriyor. Tevbe suresi de Hz. İbrahim (AS), “Babasının Allah düşmanı olduğu ona apaçık hale gelene kadar istiğfara devam etti. Ne zaman ki, Allah düşmanı olduğunu anladı, o vakit ondan teberi etti” diyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum