Nakşibendî Terbiyesinin Esasları-1

Nakşibendî yolunda 11 esas vardır. Bunlar sırasıyla:

  1. Hûş der Dem
  2. Nazar ber Kadem
  3. Sefer der Vatan
  4. Halvet der Encümen
  5. Yâd Gerd
  6. Bâz Geşt
  7. Nigâh Daşt
  8. Yâd Daşt
  9. Vukuf-u Zamânî
  10. Vukûf-u Adedî
  11. Vukûf-u Kalbî…

Bu 11 esası bir açıdan kısa bir açıdan uzun olarak şöyle izah edebiliriz:

1) Hûş der Dem: Farsça’da Hûş, mânen uyanıklık, akıl ve şuur demektir. Der, bir şeyin içi veya içinde manasındadır. Dem ise, zamanın en kısa birimi yani ân demektir. Bu manada bu esas, her an aklı başında, çevresinde olan bitene karşı uyanık, her vakit gafletten uzak bulunmak manasına geliyor. Bu huzur hâlini Nakşî ârifleri, tefekkürle ve Nakşî âşıkları ise, zikirle temine çalışırlar. Fakat bir hadis-i şerifin ifade ettiği üzere kalb ve duygular günde 70 defa belki 100 defa[1] değişkenlik gösterdiğinden zikirle bu daimî huzuru temin etmek çok zordur. Fakat Nakşibendîlik bu çileli yolu tercih etmiştir ve zora talip olmuştur. Fikirle ulaşılacak huzur hâli ise daha net ve daha sağlıklıdır. Fakat kişi kendi fikrinde saplanıp kalmamak şartıyla…

Şâh-ı Nakşibend (KS), bu düsturu şöyle özetler: “Bu yolda mühim vazife nefsi gafletten muhafaza etmektir. Şöyle ki, bu mühim vazifeden nâşi (dolayı) ne geçmişi ne de geleceği düşünmek ve bunlarla meşgul olmaktan gönlü saklamaktır.

Dikkat edilirse Şâh-ı Nakşibend (KS) Hz.leri müridlerine “Duygusallaşmayın! Hakikate odaklanın! İnsan duygusallaşırsa ya geçmişin hüzünlerine, ya geleceğin korkularına dalar. Bu ise, bulunulan ânı kaybetmektir. Hakikati bu an bulup göremeyen gelecekte de, geçmişte de göremez” diyor. Zihnin ve gönlün dağılmasını engelleyip Allah’a odaklayan insan iradesi, Bediüzzaman Said Nursi’nin tabiriyle, bir kumandandır. İnsandaki sabır gücü, onun ordusudur. Akılsız ve beceriksiz olan bir kumandan, sabır askerlerini geçmişin bitmiş acılarına ve geleceğin belki de hiç gelmeyecek muhtemel musibetlerine karşı dağıtır; merkezi zayıf bırakır. Mevcut sıkıntı ve zorluklar, engeller ve manevi çengeller ise o insana bu andan, yani merkezden saldırır ve onu perişan eder. Şâh-ı Nakşibed (KS) Hz.leri uyarıyor: “Âna odaklan! Dağılma! Bütün askerlerinle Allah’a yürü! Fetih yap! Korku ve endişelerin, hüzünler ve gamların işgaline uğrama!”

2) Nazar ber Kadem: Kadem, Arapça’da, ayak demektir. Nazar ise, Arapça’da, bakma ve bakış manasındadır. Yani bu düstur gözlerini haramdan korumak için güzel bir formüldür ki “Bakışın ayakucunda olsun” manasındadır. İlk düsturla bu düsturun bağını kurarsak, kişiyi duygusallaştıran şeylerin en kuvvetlisi sevgidir. Her mecâzî sevme ise, bakışlarla başlar. İnsan kalbi, zincirleme kimyasal reaksiyonlar yapacak bir cephanelik gibidir. Bediüzzaman’ın tespit ettiği üzere “Bütün kâinatı ihata edebilecek (kuşatabilecek) bir muhabbet istidadı (potansiyeli) her insanın kalb çekirdeğinde mevcuttur.[2] Her insan bir karşı cinsi veya her hangi bir şeyi aşkla sevdiğinde bu sonsuz sevme potansiyeliyle ona yönelir. Bu cihetten kendini frenlemesi çok zordur. Bu manada Şâh-ı Nakşibend (KS), Kur’an-ı Hakîmin “Mümin erkeklere söyle bakışlarını kıssınlar ve namuslarını korusunlar” ve “Mümin kadınlara da söyle bakışlarını kıssınlar ve namuslarını korusunlar”[3] âyetlerinde haram bakışın âkıbetinin zina olduğunu söylemesinden aldığı dersle kendine bu düsturu esas kabul etmiştir. Ki erkeklerle ilgili âyette bu takvalı tavır için “ezkâ” (nefis açısından daha temiz) oluşu vurgulanır. Demek haram bakış, temiz nefsi kirletiyor; kirli nefislerde ise, kirli arzuları uyandırıyor.

Sahabeden Şekel bin Humeyd (RA) genç bir yaştayken Resulullah’a (ASM) gelir ve “Bana bir dua öğret!” der. Hz. Pîr-i Mutlak (ASM) şu duayı öğretir: “Allâhümme innî eûzü bike min şerri sem’î ve min şerri basarî ve min şerri lisânî ve min şerri kalbî ve min şerri meniyyi” [ Allah’ım! Sana kulağımın işitmesinin şerrinden, gözümün görmesinin şerrinden, dilimin konuşmasının şerrinden, kalbimin sevmesinin şerrinden ve menimin (üreme hücrelerimin) zinayla şerrinden Sana sığınırım! ][4]

Dikkat edilirse Resulullah (ASM), o sahabeye onun harama kaydığında geçeceği aşamaları söylüyor: “Önce sesini duyarsın, sonra döner bakarsın. Bakışınca konuşmak istersin. Konuşunca sesi kalbini hareketlendirir, sevmeye başlarsın. Sevgi arttıkça vuslatını istersin. Son noktada da zina edersin.” Hz. Şekel (RA), Carl Jung’un tespitine göre, içe dönük bir karakter olduğu için Resulullah (ASM) ona: “Mümkün olduğunca yabancı kadınlardan uzak dur ve onların seslerini duymamaya çalış. Duyarsan da sakın dönüp bakma!” diyor. Dışa dönük karakterlerde işitme değil, görme ağırlıklıdır. O tarz karakterdeki kişilere de bu hadis diyor: “Ya mümkün olduğunca kadınlara bakma veya bakarsan da mecburiyet harici sakın konuşma!”

Bu açıdan nazar ber kadem düsturu, halkın içinde halveti netice veren güzel bir düsturdur. Bu takvalı hâlin neticesi hadis-i şeriflerin ifadesiyle “İmanın lezzetini tadacak bir iman kuvvetidir.” Çünkü Allah’ın Elçisi (ASM) der: “Harama bakmak İblis’in oklarından zehirli bir oktur. Her kim harama bakmayı Benden korktuğundan dolayı terk ederse, ona öyle bir iman lütfederim ki onun tadını vicdanında duyar.”[5] Bu düstur, ilk düsturun teminini sağlar. Kişiyi fâni güzelliklerden Bâki Güzel’e; mecâzî sevgililerden, Hakiki Sevgili’ye geçirtir ve odaklar.

3) Sefer der Vatan: Sefer, Arapça’da, yolculuk demektir. Sefer yapana, “misâfir” denilir. Bu noktada Bediüzzaman bir şifre verir: “Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misâfirhâne-i askerî (askerlere ait konuk evi) telakki etsin (karşılasın, kabul etsin) ve öyle de iz’an etsin (kalben tasdik edip iman etsin) ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızâyı (Allah’ın rızasını) çabucak elde edebilir.[6]

Sefer der vatan düsturunu Abdülhalık Goncdüvânî (KS) Hz.leri şöyle anlatır: “Bu, bulunduğu yerde seferdir. Bundan murad, Hakk yolcusunun seferinin bu âlemden Cenâb-ı Hakk Sübhânehu ve Teâla’ya olmasıdır. Hz. İbrahim’in (AS) dediği gibi:İnnî zâhibün ilâ Rabbî seyehdîn[7] (Hakikaten ben, Rabbime yürüyor ve gidiyorum. O bana hidayet verecektir.)[8]

Ebû Osman Mağribi (KS) bu düsturu şöyle açar: “Sâlike (Hakka yürüyene) layık olan hevâ (gazap ve şehvete düşkünlük), şehvet ve muradından vazgeçip Hakk’ın arzularına ve muradına uymasıdır. Yoksa bir memleketten diğer bir memlekete geçmesi değildir. Zâhirî (dıştaki) maddi seferler, mürşid ve mürebbileri (terbiye edicileri) buluncaya kadar olur. Mürşidini (hakka eriştirecek kişiyi) bulunca burada oturup emirlerine teslim olması vaciptir.

Bu manada sefer der vatan düsturu, içinde bulunduğu ânda zikir ve fikir ile Allah’a odaklanarak, görünen âlemden ve onun kesretli, dağınık yapısından yüzünü vahdete çevirmektir. Bu çevirme akıl ve kalb gözünü fikir ve zikirle açıp Allah’ı tecelli ötesi şekilde tanımaya; Onun yarattığı şeyleri ise birer ayna gibi görmeye varacak bir yoldur. Bu yolda âşık olan zikir ehli, Vahdet-i Vücûd’a ve sonra Vahdet-i Şuhûd’a ve sonra Vahdet-i Kusûd’a ererlerken; ârif olan ehl-i fikir ise, aynı makamların “Tevhid” şeklini manevi âlemde, uyanıklık içinde temaşa ederler. Ki ârif-i billah Alaaddin-i Attar (KS) Hz. leri buna: “Vahdet’ten Vahdâniyet’e geçiş” der ve bunu bekabillah sonrası seviye olarak anlatır. Bu dereceyi Bediüzzaman “Her şey Vâhid-i Ehad’in birer sikkesi, turrası ve mührüdür[9] manasında ifadelerle anlatır, görür ve delilleriyle gösterir.

Demek sefer der vatan, fâniden bâkiye, mecazdan hakikiye, mahluktan Hakka, kesretten vahdete yapılan yolculuktur.

4) Halvet der Encümen: Halvet, Arapça’da, iç dünyasını karanlık, kirli, malayani şeylerden boşaltmak ve temizlemek; bu temizliğe erişmiş kişiler içinse o temiz hali devam ettirmek demektir. Bu ifade burada mecazen olduğu gibi “yalnızlık” manasına da kullanılır. Encümen, Farsça’da, topluluk, kalabalık demektir. Abdülhalık Goncdüvânî (KS) Hz.leri halveti şöyle açıklar:

Halvetler 2 kısımdır. Birisi, insanlardan uzak bir yerde oturup melekût âlemine[10] muttali olmaya (onu gündüz berraklığında bilmeye) çalışmaktır. Zira havaslarımız (dış duyu organlarımız) hükümlerini icra edemedikleri vakit bâtınî havaslar (iç duyu organları) melekût âlemine muttali olmaya hazır olurlar. Rüyalarımızda hâsıl olan görmeler, bizim uykuya yatışımızla zâhirî havaslarımızın (dış duyularımızın) kaybolmasıyla başlar. Bu havasları biz ne zaman kapayabilirsek bâtınî havaslarımız o zaman ortaya çıkar. Bunun için halvetler ihdas edilmiş (icad edilmiş) ve bu riyazetlere 40 gün devam edilerek bâtınî havasların meydana gelmesine çalışılmıştır.[11]

İkinci halvet ise, cemiyet (halk ve toplum) içinde yapılan halvetlerdir ki, sâlikin (hak yolcusunun) kalbinin halkı görmeden uzak olup Hakk ile hâzır olmasıdır. Halbuki kendisi de halkın arasındadır.[12] Bu takdirde zâkir (Allah’ı zikreden kişi) zikr-i kalbîden öyle müstağrak olmuştur (Allah aşkıyla kendinden geçmiştir) ki, sokağa çıktığı zaman bile ne insanları duyar ve ne de onlarla meşgul olur. Çünkü görmesine artık imkân kalmamıştır. Dolayısıyla bu zikr-i hakiki, kalb-i hakikiyi istila etmiş, o kimsenin halk ile münasebeti ve muamelesi ona zarar vermez hale gelmiştir. İşte hakiki halvet budur. Hakk Teâla Hz.leri de Kitâb-ı Kerîminde bu olgun ve kâmilleri övmüştür: ‘ Nice adamlar, erkekler ve yiğitler vardır ki, onları ne bir ticâret ne de alışveriş Allah’ı zikretmekten, namazı dosdoğru kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoyar. ’ (Nûr Sûresi, 37)”

Bu âyetin bir öncesinde o kişilerin ev hayatı şöyle anlatılır: “Allah’ın nuru bir takım evlerdedir ki, Allah o evlerin içindekilerin terfi edip yükselmesine ve o evlerin içinde isminin zikredilmesine izin vermiştir. Sabah-akşam o evlerde Allah’ı tesbih ederler, Onun kusursuzluk ve noksansızlığını tefekkür eder, zikrederler.

Bir önceki âyet ise, Allah’ın nurunu anlatır ve O nura nasıl erileceğini ifade eder. Demek Allah’a yönelen, Onun nuruna erer. Evlerinde Onun nuruyla temasa geçip rûhî sükûnete erenler, iş ve geçim için halkın içine girdiklerinde istikametten şaşmazlar. Onlar için evleri, birer sükûnet karargâhı ve manevi elektrikle şarj olma yeridir. Böyle yapılı evlere Kur’an’da “mesken” (insanın sükûnet bulduğu yer) denilir. Onun da en güzeli hoş kokulu ve temiz olanıdır. Ki Adn Cenneti’nin en önemli özelliği “mesâkine tayyibeten” (Hoş kokulu ve güzel görüntülü meskenler)[13] sahibi olmasıdır.

Bir hadis-i şerif bu hakiki halveti şöyle anlatır: “Nâsın (insanların) arasına karışan ve onların ezâsına (eziyetlerine) sabreden mümin, insanların arasına karışmayan müminlerden daha hayırlıdır.[14]

İmâm-ı Rabbânî (KS) Hz.leri, bu hakiki halvet için şöyle der: “Vatanında sefer etmeye (yani zâhirden hakikate geçmeye) muvaffak olanlar halk arasında da halvet yapmaya muvaffak olurlar.

Bediüzzaman bu hakiki halveti 2 düsturla sağlar:

  1. İstiğna… Halktan maddi-manevi bir şey talep etmeme ve istememe…[15]
  2. Halk ile sadece Âhiret için görüşme[16]

Kendisi ömür boyu bu 2 düsturu uygulamıştır. Özellikle Yeni Said devresinde…

Hakiki halvet, bir gurbet hâlidir. Halkın içinde, kendini yapayalnız hissetmeye yol açar. Çünkü kişinin hakiki vatanı, Âhirettir. Halkın vatanı ise, dünyadır. Ve her ruh, kendini yalnızca vatanında sükûnette hissedebilir ve yalnız vatanında, rahat edebilir.

[1] Hadis No: 3484-Buhari

[2] Lem’alar, 11. Lema, 10. Nükte.

[3] Nur suresi, 30-31.

[4] Tirmizî, Daavât, 74.

[5] Hakim, Müstedrek, 4/314; Münzirî, et-Tergib ve't-Terhîb, III, 63.

[6] Mektûbât, 9. Mektûb.

[7] Benzer bir ifâdeyi Hz. Lût (AS), amcası Hz. İbrahim (AS) ile Urfa’dan ayrılırken der: “İnnî muhâcirun ilâ Rabbî. İnnehû hüve’l-azîzü’l-hakîm” (Hakikaten ben Rabbime hicret ediyorum. Hakikaten Rabbim izzet ve hikmet sahibidir.) (Ankebût sûresi, 26) Demek Urfa’da, Nemrud iktidarı onlara dinlerini yaşattırmıyor ve engellemeye çalışıyordu ki, Hz. İbrahim (AS) de, yeğeni Hz. Lût (AS) da benzer sözleri kullanıyor. Hz. Lût (AS) dışa dönük, Hz. İbrahim (AS) ise içe dönük bir karakter sahibi olduğundan Sefer der Vatan düsturu her fıtratın ihtiyacıdır. Hz. Lût’un “muhâcir” tabiri kullanması gösterir ki, biraz zorlanmış. Çünkü dışa dönük yapılar maddeyi, toprağı ve vatanlarını çok severler. Fakat Hazret, Hakikatine tabi olup bu engeli aşıyor.

[8] Saffat sûresi, 99.

[9] Mesela Sözler, 22. Söz, 2. Makam, 4. Lem’a.

[10] Âlemler ikidir: Mülk âlemi ve Melekût âlemi… Dış duyular, mülk âlemi denilen madde dünyasını, Allah’ın dıştaki eserlerini ve kudretini okur. İç duyularımız ise, melekût âlemi denilen mana dünyasını, Allah’ın içteki eserlerini ve ilmini okur.

[11] Bu ilk halvet, şehir dışında bütün bağlardan kurtularak bir mağaraya çekilmektir. Bazen bu mağara bir ev de olur. Bu halvet, “gönül mağarası” na çekilmeye semboldür. Ki bu çekilişe “uzlet” veya “inziva” da denilir. Çok sosyal olan dışa dönük fıtratlar için cerrahi bir müdahale veya bir oksijen çadırı vazifesi görür.

[12] Bu kısmı Şâh-ı Nakşibend (KS) şöyle târif eder: “Eli, kârda (iş ve mesleğinde); gönlü, Yârda (Hakiki Sevgili’de) olmak…” Hazret, sevdiği bir tüccar talebesi şahsında bu hikmetli sözü söyler.

[13] Saf suresi, 12.

[14] Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507.

[15] Mektubat, 2. Mektub.

[16] Mektubat, 26. Mektub, 4. Mebhas, 10. Mes’ele.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum