Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Küfrün Altındaki Sefalet

Doğrusu, cehaletime veriniz, agnostik nedir, diye yakın zamana kadar bilmiyordum. Sosyal medyada biraz dolaşmaya başlayınca, bunun ne olduğunu öğrenmiş olduk. Sonra bir de öğrendim ki anlı şanlı bazı filozoflar da öyleymiş. Biraz daha derine inince, bu agnostiklerin çoğunun, bozulmuş ve birkaç yönüyle putperestliğe dönmüş Hristiyanlıktan başka bir dinden haberi olmayan insanlardan oluştuğunu anladık. Adamlar, böyle bir dinin bazı izahlarıyla aklına ikna edemeyince, bu bilinmezlik denen atmosfere düşmüşler. Allah inancına getirdikleri bazı eleştirileri okudum ve bunun böyle olduğunu gördüm.

Materyalistlerin başucu kitabı sayılan "Madde ve Kuvvet" adlı kitap da birkaç yönüyle, din adına bildiği ve gördüğü Hristiyanlığı eleştiriyor. Doğru dini Hristiyanlık zannedince ve İslam'ın tevhid anlayışından haberdar olmayınca ne yapsın zavallılar? Düştükleri çukurları seviye zannediyorlar.

Bir harf var, bu harfin kâtibi var mıdır; yok mudur, bilemeyiz, dendiğini düşünebiliyor musunuz? Bu kadar sefalet-i fikir yani. Bu, agnostlik işte. Bunlar, fikirlerinin iç yüzlerini de muktezalarını da bilmiyorlar herhalde. Adam düşünmüyor ki bilsin.

Bir meşhur, dinsizlik neşreden sitede okumuştum. Bir okuyucu, bu sitenin akıldanesine:"Bana, bir arkadaşım, bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz olmaz. Öyleyse, bütün bu mahlukatın da bir ustası, yapanı vardır, diyor. Buna karşı niye diyelim?" diye soruyor. O akıldane de: "Bu söz Said Nursi'nin bir analojisidir, buna itibar etmeyin. Ona da bilim ilerleyince, her şeyi halledecek, izah edecek diye söyleyin." diye cevap veriyor. Sefalete bakar mısınız? İnanılır gibi değil. Yani Said Nursi bir harf kâtipsiz olmaz, demeseydi; harfler kâtipsiz mi olacaktı arkadaş? Hem bilim neyi izah edecekmiş? Bilim mesela bir harfin nasıl yapıldığını izah edebilir. Nasıl yapıldığını izah edince, o harfin yazılanı ortadan kalkar mı? Yoksa kayıp mı olur?

Üstad, yukarıdaki cümle ve "Sanatlı bir eser sanatkârı icap eder." gibi kısa fakat derin cümlelerle küfrün nefesini kesmiş gerçekten. Onun fikir ve izahlarına ses çıkaramayanlar, olmadık yalan ve asılsız iddialarla kendilerini madara ve maskara durumuna düşürmüş oluyorlar sadece. Bunların mütalaa ederken, yine Onuncu Söz'de geçen "Felsefe şakirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i emmarenin en müthiş dalâleti Cenab-ı Allah'ı tanımamaktır." cümlesini hatırladım. Demek, felsefenin nefsin ve küfrün dalâlet kokan çok fikirleri, çıkışları, vehimleri var. Bunlar içinde en acib ve antika olanı, sanatı sanatkârsız zannetmek oluyor, demek.

Adam, kocaman kitabı inceliyor.Kitabın harf sayısını, içindeki nakışları, nakış münasebetlerini iyice araştırıyor ama nakışların manaları ile hiç ilgilenmiyor. Kitapla ilgili kitaptan daha büyük bir kitap yazıyor ama kitabın bize olan mesajı ile ilgilenmiyor, bundan haberi bile yok.

Maddede yoğunlaşarak, kitabın hurufatında boğulan ve böylece darlaşan zihin, aklın işini göze yükleyerek, kâtibi, kitabın içinde arıyor. Yani yazanı, yazılan cinsinden zannediyor, zannetmeye başlıyor. Kitaptaki düzgünlüğe kanun ismini takıp güya bunu adileştirerek fiili, failsiz; nizamı, nazzamsız zannediyor. Bunlardan sofistai cinsinden olanlar da var. Sofestailer, Allah'ı kabul etmemek için, başta kendilerini ve bütün kâinatı inkâr ediyorlar malûm. Adama "Bak, ayakkabı kendiliğinden olmuyor; bir ayakkabıcı yapmıştır. Öyle de ayağı da yapan vardır." diyeceksin. Fakat senin önünü kesiyor. Ayak var mı ki diyor, yapanı olsun? Aslında, ayağın var olduğunu bal gibi biliyor. Bilerek inkâr ediyor. Şeytan gibi yani. Bu kadar sefalet içinde yani. Her şeyin farkında ama kalbi, sürekli idlalden dolayı bozulmuş. Bir türlü hidayete yönelemiyor.

Etrafımızda böyle hidayete yönelemeyen çok var. Bunlardan biriyle konuştum, birkaç ay önce. Arkadaş, sağır, dilsiz atomlara ilâhlık verecek kadar aklını kaybetmiş. Küfrün elem dolu, karanlıklı, soğuk, çirkin, zararlı yüzünü de fark ediyor. Ama kalbindeki idlâl, muhakeme kabiliyetini kaybettirmiş. İzah ve anlattıklarımı kabul ediyor. Belli bir noktaya kadar da geliyor. Fakat son noktada zihin, sanattan sanatkâra intikal edemiyor bir türlü. Sonuçta, kalp ve vicdanını susturuyor. Bir ömrünü heva ve heveslerinin peşinde tüketiyor. Çeşitli musibetler kafasına vurduğu zaman, uyanır gibi oluyor insan. O zaman da Bektaşi keyfiyetinde olan hevası devreye giriyor. Demagoji ile birtakım zanlarını hakikat zannettiriyor ona. Camdan olan duvarlar vehmi, uzaklara taşıyor. Olmayan bir dünyayı var zannettiriyor.

Dünyanın tatlılığı, insana her an hükmeden nefis ve şeytanı ve kötü arkadaşları da vehme yardım edince, hiç ölmeyecek zannına kapılıyor. İnsan, ölümü kendi adına değil de başkası adını hatırına getiriyor. Kabri, kendisine uzak görüyor; kabre, merdane bakamıyor, bakmıyor. Daha doğrusu, her an gözünün önündeki cenazeleri hayal ülkesinin yolcuları zannettiğinden olacak ki "Ben varken, ölüm yok." diyebiliyor. Kendisini teselli etmeye çalıştığı bu esassız cümlenin devamı olan: "Ölüm varken de ben yokum." kısmı, daha divanece değil mi? Sana ölüm geldiğinde, yok olacağını ne biliyorsun peki? Nereden, nasıl bir haber aldın arkadaş? İnanmadığın perde arkasından bir haber mi aldın yoksa? Sadece, inanmıyorum diyebilirsin belki. Yoksa, ahiret yoktur, diyemezsin.

Ölüm sonrasına inanmayan biriyle konuşuyorum mesela. Allah'ın kâfirleri ebedî hapsetmesi, O'nun merhametine sığar mı, diye soruyor. Sana ne, peki bu ebedi hapis? Sen zaten inanmıyorsun ki buna, deyince sustu. Hani malûm, Kırkıncı Hocaya inançsız birisi "Hocam cennette şu kadar huri olacakmış, buna ne ihtiyaç var?" diye sorunca o da "O bizi ilgilendirir, niye bunun derdine düştün ki?" diye cevap veriyor. Onun gibi aynen.

Şu hayata dikkatle bakan insan, dünyada ne saadet ne de şekavetin gerçek olmadığını; bu dünyanın aslında bir suret ve oyundan ibaret olduğunu ve bu hayatın geçiciliği, hikmetli ve adaletsiz keyfiyetiyle ebedî hayatın varlığını bildirdiğini hemen anlar. Ayrıca bu haberden "daha doğru bir haber, daha sağlam bir dava, daha zahir bir hakikat olmadığını" da hemen kavrar. Yani dünya, ahiretsiz olmaz, olamaz. Bu dünya varsa, ahiret de mutlaka olacaktır.

Evet dostlar, ehl-i küfür ile görüştüğümüzde, bir vehim ve kuruntu peşinde, iki dünyalarını berbat eden bir anlayışla karşılaşıyoruz. Bunun altında, bazı zanların ve eksik, yanlış bilgilerin olduğunu esefle görüyoruz. Küfrün altındaki bu sefaleti aşmak ve açmak da geniş ve derin bir tefekkürle mümkün olabilir ancak. Bu da onlarda yok maalesef.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.