Erdem AKÇA
Nakşibendî Terbiyesinin Esasları-3: Terk Hakikati, İhlas ve Psikolojik Temelleri
Nakşibendî tarikati sâlikin zikir ile elde ettiği manevi gelişmenin aşamalarını terk duygusuyla ölçer. Yükseldikçe ağırlıklarını bırakan uzay mekikleri gibi… Terk duygusunu 4 ana kategoride sınıflandırır. Zihinlerde kolay kalsın diye bir beyitle bu aşamaları şöyle ifade eder:
Der tarik-i Nakşibendî lâzım-amed çâr-ı terk
Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk…
“Tarik-i Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım: Hem dünyayı, hem nefis hesabına Âhireti dahi maksud-u hakikî yapmamak, hem vücudunu (varlığını) unutmak, hem ucbe, fahre (kendini beğenmişlik ve kendisiyle övünme hislerine) girmemek için bu terkleri düşünmemektir.”[1]
İhlasın mertebeleri ise hâlisiyet, muhlisiyet ve muhlasiyettir. Kişinin manevi gelişmesine, enfüs ve âfâkta zâhirden hakikate geçmesine, nefsaniyet-şahsiyet ve enâniyetini hakikat ve hakta ve Zât-ı Uluhiyette eritmesine göre kişi ihlasta terakki kat eder. Nakşibendîliğin “terk” kriterinin ihlas ile irtibatını, insan psikolojisi ve din psikolojisi esaslarıyla şöyle izah edebiliriz.
Yeryüzündeki bütün canlılar ve özellikle insandaki nefs (id), lezzet-acı programıyla kodlanmıştır. Bu cihetten canlılar nerede acı duyarlarsa oradan kaçarlar, nerede lezzet görürlerse oraya yönelirler.[2] İnsan eğer nefsine hâkim olur da lezzetlerini “öteler” ise yani Âhirete kaydırıp orası için çalışırsa şahsî kemâlâtı için bir adım atmış ve “hâlis” lik kazanmış olur. Fakat din açısından Âhiret ve cennet lezzetlerinden daha mühimi ve daha büyüğü vardır. O da Cenâb-ı Allah’ın rızasını kazanmaktır.[3] Cennet için yapılan ibadet ve kulluk sonuçta, bir açıdan nefsânîdir, sınırlıdır ve samimi değildir. Bir mahlukun, ebedî de olsa diğer bir mahluku kazanmak için amel etmesidir. Oysa Kur’ân’da “Dinin Allah’a halis kılınması”[4] özellikle vurgulanır.
Cenâb-ı Hakka müteveccih olmayan kulluk ya lezzet-perestlik veyahut da elem-perestliktir. İşte din, insanı önce Rahîmiyet’ten, Rahmâniyet ve Samediyet arşı olan Cennet şuuruna çıkartır. Sonra o kişiye daha soyut bir şuur derecesi olan Ehadiyet kürsisine yol almasını öğütler. Buna dinde “ihlas”denilir ve bu seviyeyi elde edene ise “muhlis” ismi verilir.[5]
Lezzetini âhirete öteleyen sâlik, “halis” bir kuldur. Cenneti hedef yapmayan ve Ehadiyet’e odaklı yaşayan bir sâlik, “muhlis” bir kuldur. Şahsiyetini Ulûhiyet’in Nurunda eriten ve “Terk-i hestî”[6] yapan bir sâlik, “muhlas” bir kuldur. Son hedef ise, İhlas Sûresi’nde Hüve zâmiriyle kendisine işaret edilen Zât-ı Mutlak’a şevk ile odaklanmak, Onun Cemal-i Mutlakı’nın seyir zevkinde kendini ebediyen unutmakla “terk-i terktir.”[7] İhlas bu gelişme seyriyle insanın âciz ruhunu Tecelli-i Ehadiyet’e ve onun fakir kalbini ise Cilve-i Samediyet’e mazhar eder.
Nakşibendî ve Kadirî Tarzı Zikirlerin Faydası ve Fonksiyonları
“İ'lem eyyühe'l-aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşv ü nemâ bulamaz (büyüyüp gelişemez), ölür gider. Kezâlik (aynen bunun gibi), ene (ben) ile tâbir edilen enâniyetin (benliğin) kalbi, " Allah Allah " zikrinin şuâ (ışın) ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semâvat ve Arza isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde ene mahvolur.
İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî (sessiz ve gizli zikir) sayesinde, kalbin fethiyle, ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de, zikr-i cehrî (sesli ve açık zikir) sayesinde tabiat tâğutlarını tarümâr etmişlerdir.”[8]
“İ'lem eyyühe'l-aziz! Otuz seneden beri iki tâğut (azgınlaştıran put) ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri ene'dir, diğeri tabiattır.
Birinci tâğutu gayr-ı kasdî (odaklanmadan bakarak), gölgevâri (gölgeye benzer ) bir ayine gibi gördüm. Fakat o tâğutu kasden (odaklanarak) veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrut ve Firavun olurlar.
İkinci tâğut ise, onu İlâhî bir san'at, Rahmânî bir sıbğat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyunlarca (materyalistlerce) bir ilâh olur. Maahaza (bununla beraber), o tabiat zannedilen şey, İlâhî bir san'attır. Cenâb-ı Hakka hamd ve şükürler olsun ki, Kur'ân'ın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tâğutun ölümüyle ve her iki sanemin (putun) kırılmasıyla neticelendi.
Evet, Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubâb risalelerinde ispat ve izah edildiği gibi, mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlâhiye (İlâhî fıtrat kanunları) ve san'at-ı şuuriye-i Rahmâniye (Rahmaniyetin şuurlu sanatı) güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza, Firavunluğa delâlet eden ene'den (ben’den), Sâni-i Zülcelâle râci olan Hüve (O) tebârüz etti.”[9]
[1] Sözler, 27. Söz’ün Zeyli, 3. Sebep, 3. Vecih, 4. Sual.
[2] Kur’ân-ı Kerim, cehennem tasvirlerinde ve ceza uyarılarında sıklıkla, “elîm” yani acı verici tabiri kullanmasıyla, nefsin bu, acıya duyarlılığını ona hatırlatarak, onu, günahlardan ve kötülüklerden uzak tutmaya çalışır. Aynı şekilde, cennet tesvirlerinde “ve fîha ma teştehîhi’l-enfüsü telezzü’l-a’yün” (Orada nefislerin arzulayacağı, gözlerin bakmaktan lezzet alacağı her şey vardır) (Zuhrûf suresi 71) ayetinde olduğu gibi “lezzet ve iştah” tabirleri kullanılması nefs-i emmâreye, lezzetlerini erteleyip hakiki lezzet diyarını arzulamasına ve onun için çalışmasına yönelik teşviktir.
[3] Tevbe suresi 72. ayet.
[4] Mesela, Beyyine suresi 5. ayet ve ona benzer yirmiye yakın ayet…
[5] Din, ihlas ile insanı bütün dünyevî ve uhrevî takıntılardan, obsesyonlardan ve nevrozlardan kurtarırken ve asıl fonksiyonu da bu iken, dindâr insanların nevrotik ve obsesif olması dini iyi bilmemelerinden, kabukla uğraşıp öze inememelerinden kaynaklanır. Öze inmenin yolu ihlastır. İhlassız ubudiyet, makbul değildir. Çünkü riyakârlıktır. Freud’un ‘ Din, nevroz yapar ’ şeklindeki tesbiti yanlıştır. Onun tesbiti şöyle olursa doğru olur: “Yanlış anlaşılan din, nevroz yapar.” C. G. Jung, bu konuya dair hakikati tesbit etmiş: “Doğru yaşanılan din nevroz üretmez, bilakis nevrozları tedavi eder” der.
[6] Nakşibendîler’in” terk “ esasına dayalı Hakk’ı tanıma eksenli manevi yolculuklarının üçüncü aşaması “terk-i hestî” yani bir buz parçası konumunda olan şahsiyetini ve benliğini Küllî İlâhî Benlik Okyanus’unda eritmektir. Yani varlığından geçmektir
[7] Asıl gaye, kişinin, “Ben, Hakk için bir şey yaptım” iddiasını da aşarak mutlak acz ve fakra ulaşmasıdır. Yani her şeyin, her şeyini yapan ve yapabilen ve tek yapabilecek olan ancak Hakk’tır, şuuruna ermek... “Vallâhu hàlakakum ve ma ta’melûn” (Saffât suresi 96. ayet) (Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan Odur.)
[8] Mesnevi-i Nuriye, Hubab Risalesi.
[9] Mesnevi-i Nuriye, Habbe Risalesi.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.