Habibi Nacar YILMAZ
İbadet-i İmaniye
Daha yakında dinlediğim hakikatdâr bir derste, teheccüd vaktinde, namazla birlikte âyât-ı Kur'anîye üzerinde yapılacak kısa bir tezekkür ve tefekkürün gece namazından daha değerli olduğunu bildiren sahih rivayet olduğunu öğrendim. Yani kısa da olsa bir tefekkür ve tezekkür, farz olmayan bir ibadetten daha değerli oluyor demek. Fakat bunu başta bu fakir, çok anlamış olmadığımızı, bir tefekkür hazinesi olan Nurları okurken istifade noksanlıklarımızdan anlıyorum. Nurları mütalaada kelimeler ve kavramlar üzerinde layıkıyla durmuyoruz kanaatindeyim âcizane.
Şimdi, Yedinci Şuâ Âyet-ül Kübra Risalesini mütalaada kelimeleri tadad ederken, "ibadet-i imaniye" terkibi gözüme ilişti mesela. İman, her şeyin temeli, esası hatta yaratılış gayesi olduğuna göre, ibadet-i imaniye de aynı değerde olmaz mı? Elbette olur. Hem de hayatî değerde. Bunda, ne kadar derinleşirsen o kadar makbul.
Zaten İslâmî ilimlerin özellikle ilmihal kısmında, bir defa öğrenmen kâfi gelebiliyor. Unuttukça tekrar göz atarak eksiğini tamamlayabilirsin. Fakat başta nefis ve şeytan ve şimdilerde, çeşitli vasıtalarla çeşitlenen ve imana çok kolay hücumlar karşısında, insanın imanını muhafazası epeyce müşkilleşti. İnsanın manevî dünyası, yıpranan bina veya kirlenen vücut gibi, daima takviye ve bakım istiyor. Yoksa iman sarayı taravetini kaybedeceği gibi, bazen de surda delikler de açılabiliyor.
Burada bizi bekleyen tehlikelerin birisi, nefsine itimat etmek. Diğeri de ülfet. Nefse itimat, bana bir şey olmaz havalarına girmekle başlıyor. İmanımın alt yapısı güçlü zannı, insanı şeytanın telkinine açık hale getiriyor. Evet, altyapı güçlü ama devamlı tahribe maruzsun. Tahribat insan da güç mü bırakıyor ki arkadaş? Ülfet de tehlikeli. Ülfet, tefekkürü ortadan kaldırıyor. O konudaki derinliğini bitiriyor. Sahibi olduğun hazineleri gizliyor.
Geçen, radyoda gözümle her daim göremediğimizden farkında bile olamadığımız burnumuzu dinledim mesela. Tefekkürle bakınca, marifetim arttı. Yoksa burun, göz deyip geçiyoruz. Aldığımız hava, akciğere göre, burunda üç şekilde ayarlanıyor. Tam akciğere göre olması için, havanın ısısı 36'ya getiriliyor önce. Havanın tozu alınıyor. Bir de nemlendiriliyor. Akciğer, böyle havaya göre ayarlanmış. Peki, burnu bu görevlere göre dizayn edip tasarlayan kim? Bütün burunlu canlıların burnu, aynı yerde ve aynı görevleri yapıyor. Buyurun tevhid deliline. Bunu öğrendikten sonra, burnuma daha dikkatli ve özenle bakmaya başladım. Burnu akciğere göre ayarlayan ve tasarlayan kim arkadaş?
İnkârdan tevhide geçen yabancı bir yazarı okudum geçen hafta. Düzen, birbiriyle bağlı; her yerde aynı kanun ve düzen. Bunu düşündüm, diyor. Tesadüf, mantığa hitap etmez, edemez, dedim. Bu da beni, zihnimi tevhidi açtı, diye de ekliyor. Ne kadar doğru, değil mi? Hep isabet edene, hiç tesadüf denir mi? Biriyle, bir yerde bir veya iki kere denk gelsen; oradaki kaderî plana akıl erdiremeyip tesadüf deyip geçersin. Ama aynı kişiyle, her daim aynı yerde, aynı saatte karşılaşsan; basit bir akıl yürütme ile bunun bir plan ve program işi olduğunu anlarsın. Her günkü aynı yerde, aynı saatte buluşmaya, tesadüf denmez. Bütün canlıların gözü aynı yerde yerleştirilmiş; kaşları, burunları aynı yere asılmış. Buna, tesadüfe bak arkadaş, hep isabet etmiş demek, bir cünûn alameti olur.
Yabancı yazar, fiiller hep birbirine bağlı. Bu da benim zihnimi tevhidi açtı, diyor ya. Üstad bunu, 7.Şuâ'da "kâinatı istila etmiş beş hakikat-i muhita içinde, ef'al-i Rabbaniyenin ıtlak ve ihatası" başlığı altında üç âyetle izah edip anlatıyor.
Üstad bu izahları "Rabbini bulmak için, her vakit kâinat perdesini yırtma"nın zor olmasından dolayı yapıyor. Buna nazarın yetmeyebilir; yani tüm kâinatı ihata edip bu ihatanın arkasındaki vahdeti belki göremeyebilirsin. Öyleyse önce şu fiillere tek tek bak; sonra, bu fiillerin hadsiz yerlerde, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanla, aynı anda, aynı tarzda zuhurunu gör. Bu zuhurun üstünde kendini akla, kalbe gösteren rahmet, hikmet, ilim, ihtiyar ve kudrete dikkat et. Bu dikkatle, bu fiillere fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetin müdahale edemeyeceğini anla. Düşünen beyin, bunu görmüş ve bu da onu tevhide yaklaştırmış.
Bu "ıtlak ve ihata" hakikatine örnek verilen Nahl Suresinin 66.67. ve 68. âyetlerinde Cenab-ı Allah, mucizevî sanatlarından bal, süt, hurma ve üzüme dikkatimizi çekiyor. İç içe olduğumuz bu sanatların her yerde, aynı sanat ve dikkatle yaratılışlarını tefekkür etmemizi emrediyor. İşte bu tefekkür "en ehemmiyetli ve en halavetli ve en yüksek bir vazife-i kutsiye" olan tevhide, insanı yaklaştıran "ibadet-i imaniye" oluyor. İbadet-i imaniye olmadan da hiçbir şey, yerli yerine oturmuyor. 7.Şuâ Ayet-ül Kübra Risalesi, baştan sona ibadet-i imaniye örnekleri ile telif edilmiş.
İbadet-i imaniye, insanı Cenab-ı Allah'ın varlığı ve birliğine yaklaştıran, en ehemmiyetli ve kerâmetli ve en kısa Kur'anî bir yol. Kâinat kitabı, Rabbimizi bize tarif eden bir Kudret kitabı; Kur'an da kâinat kitabının kıraatı olan kelâm-ı İlâhî. Yani Kur'an olmadan kainatı okuyamayız, çözemeyiz ve ona bir anlam veremeyiz. Bu yönüyle, ibadet-i imaniyede, en kestirme ve en keskin ve en müstakim ve şaşırtmaz rehber Kur'an-ı Hakîmdir. Onun için üstad da bu Kur'an yolunu, her yerde suyu bulan, çıkaran, nereye vursa ab-ı hayat fışkırtan Musa Aleyhisselam'ın asasına benzetiyor.
Yine Mesnevi Katre'de "Kur'an'dan tavr-ı kalbe, manevî bir asâ ihsan edilmiştir. Bu asâ ile, kitab-ı kâinatın herhangi bir zerresine vurulursa, derhal mâ-i hayat çıkar. Çünkü müessir, ancak eserde görünebilir."
Eserden müessire götüren bu Kur'anî tarzın yerini, manevî bir asansör hükmünde olan murakabeler tutabilir mi? Tutsa bile bu, umumî bir yol olabilir mi? Buradaki murakabe tefekkürsüz, tezekkürsüz, basiretsiz yaklaşımların hülâsâsı olsa gerek.
Bu yazıyı yazdığım sabahı, 29. cüze başlamıştım. İlk sure, malûm "Allah hiç yarattıklarını bilmez mi?" âyetinin geçtiği 30 ayetli Mülk Suresi. Mülk Suresinin ibadet-i imaniyeye vesile olacak birçok âyeti var. Ama "De ki söyleyin bana! Eğer suyunuz yerin dibine çekilecek olsa, artık size kim bir akarsu getirebilir?"mealindeki son 30. Âyetinden bir türlü kopamıyorum.
Yanıcı ve yakıcı gazı, söndürücü özellikte birleştiren Cenab-ı Allah, suyu yerin dibine çekse; gerçekten, kim suyu bize ulaştırabilir? Deniz kazanlarını, Güneş sobası ile ısıtıp suyu, buhar şeklinde gökyüzüne çıkararak, ovalara, dağlara ulaştırmasaydı Allah, bu suyu okyanuslardan ihtiyaç yerlerine hangi kanallarla aktarabilecektik acaba? Bu, mümkün olur muydu? Güneşi ve okyanusları yerli yerinde tutan Sonsuz Kudreti tazim ve takdis, en büyük ibadet-i imaniye işte.
Evet dostlar, gündüzü getirip yeryüzünü; geceyi getirip gökyüzünü seyrettiren Cenab-ı Allah; Güneş ve Ay manzaralı olarak, sarsılmadan hatta farkında bile olmadan yaptığımız bir ömürlük seyahatimizde bizden zikir, şükür ve bir de fikir istiyor. Yani ibadet-i imaniye istiyor. Çok mu zor veya fazla acaba?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.