Halil DÜLGAR
Esas Mesele Allah’ı Bulmaktır
Allah yeter, ondan gayrisi boş bir hevesten ibarettir manasında “Allah bes, bâkî heves” demiş büyüklerimiz; ne doğru demişler. Zira insanın dayanak noktası ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Bundan mahrum olanların kalbi, ruhu vahşet ikliminde yaşamaya mahkûmdur; vicdanı ise daima azap içinde azap çeker.
Allah’ı tanımak ve sevmek, ona iman ve itaat etmek fani ve fakir insana ebedî bir ömür kazandırır; bir ev, bir tarla değil dünya kadar baki mülkün sahibi yapar; daimî mutluluk hazinesini açar. Bu mânevî hâl sayesinde insan dünyasını da imar eder, henüz cennete gitmeden cennetin bir misalini yaşar, sanki ebedî mutluluğun provasını yaparmış gibi. Aksi istikamette olanların dünyası ise evham tokatları, korku tünelleri, ruhsal problemler ve bir sürü elemler yüzünden akrep ve yılanlarla dolu bir zindan hayatına benzer; sonrası ise dünyada yaşadıkları azabın âhiret boyutlu olanıyla yüzleşmektir. Kazananların ebedî bayram sevinçlerinin sebebini ve kaybedenlerin sonsuz iflas nedenini şu söz tam anlatıyor: “Cenâb-ı Hakkı bulan neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden neyi kazanır? Yani Onu bulan her şeyi bulur. Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına belâ bulur.” (1)
Allah’ı bulmak ve bulmamak; ikisi arasında öyle büyük mesafeler var ki, insan olup, olmamak gibi... İnsan nereden geliyor, nereye gidiyor, vazifesi nedir gibi yaman soruların cevabını bulmak için Allah’ı bulmak gerekiyor. Kâinatın yaratılmasındaki hikmet ve gayenin ne olduğunu öğrenmek, uçsuz bucaksız bir mülkte bir nokta bile olamayan insancığa kâinat sisteminde biçilen rolün önemini kavramak gibi düğümler hep aynı noktada çözülüyor. Allah’ı bulamayan kendini de bulamayacağı için başıbozuk olup çıkar; işleyen nizama çomak sokar, dünyayı hem kendine hem bütün insanların başına belâ yapar. Bu vaziyetteki insan içki ve benzeri maddelerle kendini uyuşturup gerçeklere gözünü kapatmazsa çıldıracak dereceye gelir; zira aldığı her nefes ölüme doğru atılan bir adım gibidir, başına gelen en küçük sıkıntı aynı sonun çanlarını çalmaktadır; aslında bu durum adım adım darağacına yaklaşmak demektir. Böylesi perişan bir dünyada, semeresiz bir hayatta insan bütün dünyanın sultanı da olsa ne kıymeti olabilir? Buna karşılık insanlık çekirdeğini imanın ışığıyla, İslâmiyet suyuyla terbiye edip ibadet toprağında filizlendiren nice mahkûmlar vardır ki huzur ve saadetlerine sınır yoktur. Sözün özü şudur: “Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.” (2)
Bu girizgâhtan sonra iman sahibi kimse ile bu büyük nimetten mahrum kimsenin kâinata bakış açılarını mukayese etmeye çalışacağız. Öncelikle Nur Risalelerinde geçen muhteşem bir temsilden (3) yolumuzu aydınlatması için istifade edeceğiz.
Başında dumanlar tüten bir treni düşünelim; işte o tren karanlık tünelden dumanlı başını çıkartıyor, o sırada altı yaşlarında bir çocuk rayların kenarında duruyor. Başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik şimşekleri çaktığı hâlde dehşetli bir hücum ile tünel deliğinden çıktığı dakikada, geçeceği yolda bir metre yakınlıkta o çocuk orada duruyor ama ne korkuyor ne de telaş gösteriyor. Bu kara tren hücum ve baskısıyla adeta “Bana rast gelenlerin vay haline!” diye bağırarak tehdit ettiği hâlde, o masum, yolunda duruyor; mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Trenin hücumunu hafife alıyor ve kahramancıklığıyla diyor: "Ey tren! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın. Çünkü sen bir nizamın esirisin; senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Bana tahakküm edemezsin, baskının altına alamazsın. Haydi, yolunda git, kumandanının izniyle yolundan geç.”
Bu masum çocuğun yerinde kahramanlıkları dillere destan olan Rüstem-i İrânî ve Herkül-ü Yunanî’nin o acayip kahramanlıklarıyla beraber, zamanı aşarak geldiklerini, o çocuk yerinde bulunduklarını farz edelim. Onların zamanında tren olmadığı için, elbette bu makinenin bir intizamla hareket ettiğine dair itikatları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, trenin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına yürümesine karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar ve ne kadar kaçacaklar, belki de o harika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar ve hürriyetleri, cesaretleri mahvolacak, kaçmaktan başka çare bulamayacaklar.
Zira onlar, onun kumandanına ve intizamına inanmadıkları için, itaatkâr bir binek zannetmiyorlar; gayet müthiş, parçalayıcı vagon cesametinde yirmi aslanı arkasına takmış bir nevi aslan olarak düşünüyorlar. İşte, altı yaşındaki bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren hatta onlardan çok daha fazla emniyet ve korkmamak hâletini kazandıran, o masumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan trenin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında olduğuna ve onu kendi hesabıyla birinin gezdirdiğine dair olan itikadı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehimlere esir eden, trenin kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan cahil düşünceleridir.
Bu temsilde o masum çocuk iman ehlini, Rüstem ve Herkül ise imansız olanları temsil ediyor. Kalbinde iman olan kimse gökteki yıldızlardan kandaki alyuvar ve akyuvarlara kadar her şeyin kaderin kanunları çerçevesinde, intizam dairesinde hareket ettiklerini bilir, onların dizgininin Allah tarafından tutulduğuna iman eder, kendi başlarına hareket edemeyeceklerinden emindir. Bir felâket yahut musibete maruz kaldığında imandan gelen şu teselliyle ferahlanır: Deprem ve depremin küllî ve geniş tecellisi olan kıyamet kendi başına olamaz, İlâhî irade dışında harekete geçemez; ancak kader programında kendilerine biçilen rolü emredilen vakitte icra ederler. İşte bu imanı elde eden kimse aynen temsildeki çocuk gibi musibetlerin tehdit ve hücumlarına kıymet vermez, emniyet ve cesaretini kaybetmez. İmansız olanlar ise maddi anlamda ne kadar güçlü de olsalar, ilim ve fende ne derece ileri de gitseler başlarında patlayan en küçük bir musibet karşısında canavarların hücumuna maruz kalmış gibi cesaretleri ve emniyetleri mahvolur, hiçbir yerden kuvvet alamazlar. Yaşadığı belânın esiri olmaları sonucu adeta korkak bir dilenci vaziyetine düşerler; ne parlak makamları, ne debdebeli yaşantıları, ne ihtişamlı iktidarları, ne şöhret ve şanları onları düştükleri çukurdan çıkaramaz.
Şimdi de kıyametten çok daha küçük bir musibette, örneğin kanser gibi bir hastalığın tehdidine maruz kalmak hususunda iki insanı birbirine kıyas edelim; biri iman nurundan nasibi olmayan doktor, diğeri tıp noktasında cahil ama imanı kâmil biri olsun. İkisinin de hastalığı ileri derecelerde olduğunu düşünelim, vücut binaları kanserin etkisiyle neredeyse göçtü göçecek, ölümün gelmesine çok az zaman kalmış olsun. Doktor elindeki tahlillere, raporlara baktıkça, tomografi sonuçlarını inceledikçe ecelin ayak seslerini duyuyor. Dönüşü olmayan bir yola girdiğini net olarak görüyor; tıbbî veriler adeta idam fermanı hükmünde. Bunca zamandır kaçıp durmalar meğerse ölümün koynuna girmek içinmiş diye hayıflanırken beyninin duvarlarında elem yüklü bir söz yankılanıyor: “Yeryüzünün kuruluşu ve töresi böyledir; hiçbir insan yoktur ki ölümden başka bir şey için anasından doğmuş olsun!” (4)
Kabir, bedenini yutacak kör bir kuyudur; karanlığı, gündüzlerini bile geceye çevirir, geceleri ise uykularını katleden kâbus olur. Ecel cellâdının satırıyla başının kesileceğini ve yokluğa atılacağını düşünmek ölümden bin derece daha büyük bir azaptır. Geride kalan sevdiklerine ve çocuklarına duyduğu sevgi derecesinde ayrılık yaralarıyla yüreğinin paramparça olması ise son günlerini acı denizinde geçirmesi demektir ki henüz cehenneme gitmeden cehennem azabı gibi bir hayatı yaşamak zorunda kalır. İşte imandan nasibi olmayan adam böylesine dehşetli vaziyettedir. İlmi var lâkin bir yılan gibi onu sokuyor, fayda yerine bin türlü zarar veriyor. Hastalık hakkında ihtisas yapmış ama yapmamış olması onun için daha hayırlı olurdu; zira imansızlık bütün güzel şeyleri işte böyle çirkinleştiriyor. Ve son derece zavallı; göz göre göre ölüme gittiğini biliyor ama hiçbir şey yapamıyor, tam bir çaresizlik içinde. Bu gibi adamları düşündükçe aklıma şu söz geliyor: “O öylesine çok bilmiş biridir ki atın dokuz yabancı dildeki karşılığını bilir; ama öylesine de cahildir ki binmek için kendine bir inek satın almıştır.” (5)
Diğer hasta ise Rabbinin hükmüne tam bir gönül rızasıyla boyun bükmüştür. İmanından aldığı mânevî güç ile “Beni yaratan, bunca yıl yaşatan, rızkımı veren, rızkım için kâinatı seferber eden Malikim, benim hakkımda nasıl tasarruf ederse ben ona razıyım; çünkü benim sahibim O’dur.” der, rahat eder. Dili Rabbini zikrederken, bedeni ibadet vazifelerini eda eder, kalp ve aklına ise şu imanî düşünceler hâkimdir: “Zarar ve menfaat Onun elindedir. Onun izni ve iradesi olmadan hiçbir şey bana zarar veremez, onun inayeti olmadan hiçbir menfaatin yardımı dokunmaz. Benim Rabbim Hakîmdir, sonsuz hikmet sahibidir; her ne yaparsa hikmetlidir, faydalıdır, abes işi yoktur. Hem Rahîm’dir, sonsuz şefkat sahibidir; ihsanı, merhameti pek çoktur.” Bu iman ve itikat sonucu her şeyde rahmet hazinesinin kapısını bulur, dua ile çalar. Hem Rabbinin emrine her şeyin itaat ettiğini görür, kendisi de itaat eder. Sığınılacak yegâne yer olarak Rabbinin dergâhına yönelir, gözyaşlarını sadece seccadesine döker. Yalnız Allah’a tevekkül eder, yalnız ondan medet bekler. İmanı ona tam bir emniyet hâli kazandırır.
İşte kanserden kıyamete kadar, hangi musibet olursa olsun iman sahibi bu emniyet halini kaybetmez. İmanı ona cesaret kaynağı olurken, imansızın bahtına korkaklıktan başka şey düşmez. Kurân Dellâlı meselenin özünü izah buyurmuş: “Her hakikî hasenat gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiat gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat meşhur bir münevverü'l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık filozof ise, gökte bir kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, ‘Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?’ der, evhâma düşer.” (6) Bu muhteşem ifadelerin ardından gelen şu cümle bir süredir gündemleri işgal eden safsataya atıf yapar niteliktedir: “Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.” (7)
Allah’ı tanımak, Allah’ı bulmak ve Ona iman etmek kanserden, hatta kıyametten titrememek, evhama kapılıp intihara sevk edecek belalardan tehdidinden korunmak demek, dikenlerin üzerinde yürürken dahi acı çekmemek, ateşlerde yanmamak, yağmurda ıslanmamak, soğukta üşümemek, sıcakta terlememek demektir. Yani Allah’ı bulmak, huzur atmosferinde yaşamaktır.
Evet, esas mesele ve en yüksek gaye Allah’ı bulmak, “Yol Onun, varlık Onun; gerisi hep angarya” (8) diyebilmektir. Allah’a iman edip itaat edenlere, Allah’ı tanıyıp sevenlere ve onu asla kaybetmeyecek hassasiyette yaşayanlara ne mutlu.
Dipnot:
1-6. Mektup, Mektûbat; Bediüzzaman Said Nursî
2-11.Şua, Şuâlar; Bediüzzaman Said Nursî
3-Tafsilat için bakınız: Hutbe-i Şâmiye’nin Zeyli; Bediüzzaman Said Nursî
4-Firdevsî’nin bir sözü
5-Benjamin Franklin’in bir sözü
6-3.Söz, Sözler; Bediüzzaman Said Nursî
7-3.Söz, Sözler; Bediüzzaman Said Nursî
8-Sakarya Türküsü; N. Fazıl Kısakürek
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.