Hülya ZERİN
Eski yıldızları ne yaparlar?
Çocukluk yıllarımın parlak yıldızlarıyken onlar… İman hakikatleriyle henüz gerçek anlamda tanışamadığım vakitler… Belki de her çocuk gibi, sinema denilen, televizyon denilen allı pullu sahte dünyanın cazibesine kapılmışken… Büyüyünce onlar gibi olmayı, onlar gibi yaşamayı arzu ediyorken… Onları kusursuz varlıklar gibi görüyor, zaman zaman da kendime model alıyorken… Madde dünyasının semalarında parlayan yıldızlarken onlar…
Derken… Bu; bir yanıyla saf, bir yanıyla da zehirli şekere benzeyen hayaller küçülür, azalır, eriyip akar benden uzak mecralara ben büyüdükçe. Ben büyüdükçe; yani kim olduğumu, ne olduğumu, nereden geldiğimi, niçin geldiğimi, nereye gideceğimi öğrendikçe… Nasıl yaşamam gerektiğinin farkına vardıkça… İmandan, Kur’andan uzaklaştırılmış kayıp bir neslin çocukları olma talihsizliğinden kurtulmak için çırpınıp, o kayıpları telafi etmeye çalıştıkça…
Sonra, maneviyat semaları yavaş yavaş açılırken ruhumun, aklımın, gönlümün ufuklarında; madde âleminin sahte pırıltılı seması da sislerin arasında kaybolmaya başlar. Artık benim gökyüzümde boyalı çehreler değil, nurlu simalar parlamaktadır. Ruhum nefes alamaz Türkan hanımın villasında, Rabia Hatun’un seccadesine koşarım.
Sahte yıldızlar ise, birilerinin gözlerini kamaştırmaya devam ederler. Öyle kamaştırırlar, öyle kamaştırırlar ki, gözler hemen önündekini bile göremeyecek kadar körleşir.
Ancak gün gelir, devran döner, zaman denilen acımasız rüzgâr, onların da güzelliklerini, şatafatlarını, albenilerini alıp götürür. Kimseye torpil yapmaz, ayrıcalık tanımaz, gözünün yaşına aldırmaz. Onca insan hayranmış, alkışlıyormuş, “ilahçasına seviyormuş” demez. Kozmetik ürünler, estetik müdahalelerse kendini kandırmaktan öte bir anlam taşımaz bu perişan ve telaşlı hayatlar için. İnsan tüketen çarkın dişlileri de hiç durmadan çalışmaktadır.
Ve sahte yıldızların ayakları kayıverir, düşerler çıkarıldıkları yerden. Çıktıkları için değil, çıkarıldıkları için… Gün gelir, düşerler. Vitrinler boşaltılır, arka raflar doldurulur, sonra vitrinlere yeni yıldızlar koyulur. Tozlu raflarda ölmüş hayaller üst üste yığılırken, yine birileri parlar, başka birileri bakıp hayran olur, çark çalışır, çark öğütür.
Çağlar önce sorulunca, çok zeki ve çok muhterem bir zata; “hocam, eski ayları ne yaparlar?” diye, “yıldız” der,”kırpıp kırpıp yıldız yaparlar”.
Bugün de ben sorsam; “peki, eski yıldızları ne yaparlar?”
Daha da önemlisi; yaşadığı sarhoşluktan kurtulamamış, hala gözleri hayran kitlesi, kulakları alkış sesi arayan, yılların yüzlerine çizdiği derin izleri, gençlik merhemleri sürerek yok etmeye çalışan eski yıldızlar ne yaparlar?
Her şeyin, ama her şeyin ve illa ki ihtiyarlığın imanla güzel olduğunu idrak edemeyen, onca ikaz edicinin çağrılarına da alıcılarını kapayıp kendilerini dünya hayatıyla sınırlayan ve ne yazık ki tutunacak gerçek bir dal bulamayan eski yıldızlar...
Hoca’nın, hiç kimseninkine benzemeyeceğini düşündüğüm cevabı ne olurdu acaba?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.