Esma-i İlahiye ve  Tecelli

Esma-i İlahiye ve Tecelli

“Felsefe Bölümü” öğrencisi Ali Karaca sundu. Karaca, Esma-i İlahiye ve Tecelli konusunu inceledi

Risale Haber – Haber Merkezi

Dkm’de bu hafta üniversite seminerini, “Felsefe Bölümü” öğrencisi Ali Karaca sundu.  Karaca, Esma-i İlahiye ve  Tecelli konusunu, “Felsefenin Gözüyle İlahi Sıfatlar”, “İnsan Üç Vecihle Esma-i İlahiye Bir Aynadır” ve “Esma-i İlahiyeden Kimler Feyzalır” başlıkları altında inceledi.

Seminere, Tecelli, çilve, ve tezahür terimlerini inceleyerek başlayan Karaca; tecelliyi kısaca, "Görünme, bilinme, gaybî hakikatlerin kalplerde hissedilir hâle gelmesi.” Şeklinde tanımlarken, cilvenin “Tecelliden hâsıl olan şey” olduğunu söyledi. Tezahürün ise “Açığa çıkmak, görünmek” anlamlarına geldiğini belirtti.
“Tezahür ve tecelli kelimeleri, çoğu zaman aynı mânâda kullanılırlar. Tezahür, “zahir olmak, açığa çıkmak, görünmek” gibi manalara gelir. Tezahürde, gizli olan bir hakikatin açığa çıkması söz konusudur. Tezahürün gerçekleştiği mekâna “mazhar” denilir. Tecelli ise “gaybî hakikatlerin kalplerde hissedilir hâle gelmesi,” şeklinde tarif edilir ve kalpteki bu tecelliye “cilve” adı verilir. Cilve için, “ârifin gönlünde parlayan ilâhî nur” denilmiştir” dedi.
“İnsan kalbi gibi, âlemdeki her varlık da, kendi kabiliyetine göre, ilâhî isimlerden birinin veya birkaçının tecelli mahâllidir” diyen karaca, yakın mânâlar taşıyan ve çoğu kez birbirinin yerine kullanılan bu iki kelime arasındaki ince farkı bir derece ortaya koymak için, Risale-i Nur Külliyatından şöyle bir misal verdi:
“Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, güneşin cilvesine tâbidir.” Mesnevî-i Nuriye, 176
“Bu cümlede güneşin aynadaki aksine cilve denilmiştir. Yani güneş, aynada tecelli etmiş ve onda güneşin nurundan bir cilve meydana gelmiştir. Bu aksin de, kendine göre, bir parlaklığı, bir ısısı vardır. Yani güneşin özelliklerinden bir cilveye sahip kılınmış, o da parlamış, o da hararet saçmaya başlamıştır.”
Allah'ın Alim ismi bir çiçekte tezahür eder, ama insanda tecelli ediyor. Yani insan kendisine verilen ilmi kullanmak sureti ile cilvesini gösteriyor. Alim isminin bir cilvesi insanda tecelli ediyor.
Öte yandan, meselâ, bir ilmî makalede âlimin gizli olan, görünmeyen ilmi zahire çıkmış, bilinmiştir. Böylece o yazı, müellifin ilmine, bir bakıma, mazhar olmuştur. Ama o yazının kendisinde, yani harflerinde, mürekkebinde ilimden bir cilve bulunmaz. 
Bu yazıda ilmin görünmesi, aynada güneşin görünmesinden çok farklıdır. Bu bir tezahürdür, güneşinki ise bir tecelli, bir cilve” dedi ve yine Risale-i Nur’dan bir cümle aktardı.
“...bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvvet.” 
“Burada, tabiattaki kuvvetlerin ilâhî kudretten bir cilve taşıdıklarına işaret edilir; aynadaki parıltının güneş ışığından bir cilve taşıması gibi.” 
“Tecelli kelimesi, daha çok, kalb için kullanılır. İlâhî isimlerin ve sıfatların tecellisi en açık bir şekilde insan ruhunda, insan kalbinde görülür. Kâinattaki tecelliler, ona nispetle çok aşağı mertebede kalırlar.”
“Meselâ, insan ruhunda bir irade sıfatı vardır, işte bu sıfat ilâhî iradenin bir tecellisidir. Her ne kadar bu irade mahluk ise de ve cüz’i ilâhî irade külli ise de “bir şeyi dileme kabiliyetine sahip olması” cihetiyle ilâhî iradeden bir cilve taşır onu bir derece tanımamızı sağlar. 
Aynı şekilde, insan ruhundaki kudret sıfatı, ilâhî kudretin; ilim sıfatı, ilâhî iradenin; görme ve işitme sıfatları da ilâhî görme ve işitmenin birer cilvesine sahip olmuşlardır.” 

“Bu tecellileri müstakil olarak değerlendirdiğimizde, yani onları da bir çiçek, bir yıldız gibi birer mahluk olarak düşündüğümüzde, Allah’ın ilâhî sıfatları o tecellilerde kendini göstermiş, bu cihetle o tecelliler aynı zamanda “tezahür” olmuşlardır.” 

İkinci başlığında Ali Karaca, “Felsefenin gözüyle İlahi Sıfatlar” ı inceledi.

Bir kısım felsefî görüşlere değinen Karaca, Orta çağda sorulan sorulardan, Spinoza’ya pek çok zeminde, kimi zaman sapkın ve kimin zaman eksik görüşlere yönelme olduğunu söyledi. Bunun temelinde yatan nedenin ise Allah’ın (haşa) insanlar gibi olduğu zannı olduğunu gösterdi. İnsanın kendine bakarak ilahi sıfatları anlamaya çalışacağını, ancak kendisinin mahluk ve kendisinde görünen özelliklerin ise ancak hâlıkından haber verdiğini unutmaması gerektiğini. İnsanın acizlik ve fakir olmasıyla dahi O’na yöneldiğini ve Allah’ın verdiği bu mekanizmayı ters yönde kullanarak, Allah’ın sıfatlarını tanımak yerine ona da (haşa) insan gibi acizlik verilmesiyle bataklığa saplanıldığını anlattı.

Dikkat edilmesi gereken hususun, şu hadis-i şerif ile altını çizdi. 

Allah’ın sanatını, eserlerini düşünün ve tefekkür edin; fakat Allah’ın Zatını düşünmeyin, çünkü onu hakkıyla kavrayıp takdir edemezsiniz.” (Mecmau’z-Zevaid, 1/81, Kenzu’l-Ummal, h. No: 5705-7)

İkinci başlığında insanın, “Zıtlık, Enesini vahid-i kıyasi olarak kullanması ve diğer mevcudat gibi mahlukiyeti” cihetleriyle Esma-i İlahiyeye ayinedarlık ettiğini söyledi.

Nasıl ki, gece vaktindeki karanlık nurun ve ışığın varlığına işaret eder. Öylede insandaki acz, zaaf, fakirlik ve eksiklik özellikleri ile Allah’ın kudret, kuvvet, zenginlik ve kemaline işaret eder. Yani “Ben acizim, fakat her şey benim yardımıma koşuyor. Öyleyse bütün bu mevcudatı benim imdadıma gönderen birisi var.” Diyerek, Allah’ın kemali ve celali sıfatlara kendi eksiklik ve noksanlık sıfatlarıyla işaret ve ayinedarlık eder” dedi. Ve Risale-i Nur’daki “...gecede zulümât, nasıl nuru gösterir; öyle de, insan zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor ve hâkezâ, pekçok evsâf-ı İlâhiyeye bu sûretle âyinedarlık ediyor. Hattâ, hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a'dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan, dâimâ Vâcibü'l-Vücuda bakar. Hem, nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdâd aramaya mecbur olduğundan, vicdan, dâimâ o noktadan bir Ganî-i Rahîmin dergâhına dayanır, duâ ile el açar. Demek, her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdâd cihetinde iki küçük pencere Kadîr-i Rahîmin bârigâh-ı Rahmetine açılır; her vakit onunla bakabilir” cümleleriyle zıtlık cihetiyle nasıl ayinedarlık ettiğini gösterdi.

İkinci olarak, insan kendisinde bulunan benlik duygusu vasıtası ile Allah’ın sıfatlarına ayna vazifesi gördüğünü söyledi. “Yani, nasıl ki ben bu evi yaptım, ve yapmasını görüyorum, ve idare ediyorum. Öyleyse bu kainat sarayının büyüklüğü nispetinde bir halikı, bir mabudu ve kudretli bir ilahı vardır. Bu benlik duygusu ile insan Allah’ın Celil ve Kahhar isimlerine de aynalık vazifesi görür. Şöyle ki: insan kendi memuruna ve oğluna veya öğrencisine ödev veya görev verdiği zaman, yerine getirilmediği taktirde ona kızar ve cezalandırır. Veya bir devlet reisi raiyetine şiddetli ceza verir. İşte bu hiddet ve celali halimiz Allah’ın Celil veKahhar gibi isimlerinin bizde tecelli ettiğinin bir göstergesidir.”

Üçüncü cihette ise yaratılmamızda Halık , hayat sahibi olmamızda Muhyi suretimizin olmasında Musavvir rızıklandırılmamızda Rezzak,  Kerim isimleri insan Allah ın sanatı olması itibari ile bir çok esma-i ilahiyyeye ayinedarlık ettiğini söyledi: “Latîf  isimlerini ve hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtı ile, cihazât ve cevârihi ile, letâif ve mâneviyâtı ile, havâss ve hissiyâtı ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek, nasıl esmâda bir İsm-i âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.(sözler)”

Üçüncü başlık, “Esma-i İlahiyeden Kimler Feyiz Alır” idi.

“İnsanlar, prensip olarak, Allah’ın bütün veya ekser isimlerine mahzardır. Fakat farklı insanlarda farklı isimlerin tecellisi daha ağır, daha fazla olabilir. Bu isimlerden hangisinin hangi insan grubunda daha fazla tecelli edeceğine dair belli bir kriter yoktur.
Bu isimlerin tecellisi, kişinin hayatında takip ettiği çizgiye paralel olarak ortaya çıkar ve bu çizginin değişmesiyle değişebilir, yerini başka bir ismin tecellisine bırakabilir.”

“Mesela, ilahî aşk mesleğini esas alan bir kimsede Vedud isminin tecellisi en belirgin olarak kendini gösterir. Ancak, bu kişi zaman içerisinde tefekkür sistemini esas almaya başladığında Hakim ismin tecellisi kendisinde daha fazla hissedilmeye başlar.
İlâhî isimlere mahzar olmak ve onlardan feyiz almanın en sağlam yolu, Kur’ân’a ve Sünnete uymaktır. İnsan, ilâhî emirlere uyduğu, yasaklardan kaçındığı ve bu konuda en büyük rehber olan Allah Resulünün(a.s.m.) sünnetine ittiba ettiği ölçüde, ilâhî isimlerin tecellilerinden feyiz alır.”

“Bütün güzellikler esmâ-i hüsnanın tecellileriyle meydana geldiğine göre, insan bu yeni dünyasında daha fazla isme, daha ileri mânâda mazhar olmuş demektir. İşte Kur’ân’ın her bir hükmü ve Sünnet-i Nebeviyenin her bir esası, insan için ayrı bir terakki ve ayrı bir güzellik vesilesidir. İnsan onlara uymakla o fiillerle ilgili isimlerden feyiz alabilir.
Birkaç misâl vermeye çalışalım:
İnsan ilimle dokunmuştur. Her azası, her hücresi ilâhî ilimden haber verirler. İnsan bu yönüyle, Cenâb-ı Hakk’ın “Âlim” ismine bir mazhar, bir âyine olur. Bir de insanın çalışarak ilim tahsil etmesi var ki, onu diğer insanlardan üstün kılan da bu cihetidir. Ancak, bu ilmin Kur’ân ve sünnet dairesinde, yâni Allah ve Resûlünün rızasına uygun biçimde kullanılması şarttır.”
“Allah’ın Kuddüs ismini hatırlayan bir mü’min, kâinatın baştan başa bu ismin tecellileriyle pırıl pırıl ve tertemiz olduğunu tefekkür etmekle bu isimden feyiz alır. Bu feyiz ile kendi iç âlemini de temiz tutmaya çalışır. Kusurdan mukaddes olan Rabbinin huzuruna günahsız olarak çıkmaya gayret eder. Ruhundaki kirlere, elbisesindeki lekelerden çok daha fazla önem verir.”
“Bir mü’min, Allah’ın Gaffar ismine mazhar olabilmek için günahlarına samimiyetle tövbe eder; Rabbine karşı mahcup ve mahzun bir ruh hâletine girer. İşte bu hâl bir feyizdir. Bir de insanın kendisine karşı işlenen hataları affetmesi, müsamaha ile karşılaması var ki, bunu başarabildiği ölçüde Gaffar isminden aldığı feyiz de artar.”
“İnsan, kendisine ulaşan ilâhî nimetler için Rabbine şükretmekle Rahman ve Rezzak isimlerinden feyiz alır. Fakir ve muhtaç insanlara merhamet ettiği ve onların yardımına koştuğu nispette bu feyiz ziyadeleşir.”
“Bir mü’min, Allah’ın azamet ve kibriyasını gösteren levhaları seyir ve tefekkür etmekle Azîm, Kebîr, Kadîr gibi celâlî isimlerinden feyiz alır. Bu feyiz ile kendi aczini, noksanını, fakrını daha çok hisseder.
“Çalışmak âdetim, tevekkül hâlimdir” hadis-i şerifine ittiba ederek, elinden gelen gayreti gösterdikten sonra Allah’a tevekkül eden ve kadere razı olan bir insan, “Kâfî” isminin tecellisiyle ruhunda bir genişlik, bir rahatlık ve ulviyet kazanır.”
“Bir başka açıdan:
Cenâb-ı Hakk’ın en çok yâd ettiğimiz güzel isimlerinden birisi Rab ismidir. Rab; yâni her şeyi kademe kademe, safha safha terbiye ederek bir kemâl noktasına eriştiren.
Güneş bir terbiyeden geçerek bu hâli aldığı gibi, ay da, dünya da, dünyadaki her nev’i varlık da ayrı terbiyelerden geçmişlerdir. Böylece kâinatta Rab isminin, tabiri câiz ise, şubeleri denilebilecek çok isimler tecelli etmiştir. Rabbü’l-âlemin, Rabbü’s-semâvat, Rabbü’l-arz, Rabbü’n-nâs, Rabbü’l-cennet, Rabbü’n-nâr gibi... Namaz kılmak, oruç tutmak, sadaka vermek gibi her bir ilâhî emirde de Rab isminin ayrı bir tecellisi vardır. Bunların her biriyle insanın kalp ve ruh âlemi ayrı bir terbiyeden geçer ve ayrı bir kemâle erer. Bu ibadetlerin de alt şubeleri var. Bunlardaki tecelliler de birbirinden farklı olsa gerek. Sabah namazıyla öğle namazı bir bakıma aynı şeyler değildir; her ikisinde de ruhun kazandığı farklı mertebeler, aldığı değişik feyizler vardır. Duha, yâni kuşluk namazı da öyledir. Cenâb-ı Hak, duha vaktine kasem ettiğine göre, o vakitte ayrı bir tecellisi var demektir. O hâlde, duha namazının feyzinde de bir başkalık olacaktır.”
“Bir şey mutlak zikredilince kemâline sarfolunur” yâni “ona kâmil mânâda mazhar olan fert anlaşılır” kaidesince, insan denilince de Resûlûllah Efendimiz(a.s.m.) hatıra gelir. Bütün isimlere en ileri mertebede ayna olan ancak O zâttır(a.s.m.). Diğer peygamberler, bütün evliya ve asfiya ancak belli isimlere kemâliyle mazhar olmuşlardır; bu kemâl noktası da Allah Resûlündeki(a.s.m.) tecellinin çok gerilerinde kalır. Kısacası, bütün ibadetlerin ayrı ayrı güzellikleri ve cennette ayrı ayrı neticeleri olduğu düşünüldüğünde şu hakikat ortaya çıkar:
Uyulan her ilâhî emir ve kaçınılan her ilâhî yasak, insan için ayrı bir terakki vesilesidir. Her
şey gibi bu terakkiler de ilâhî fiillerin icrasıyla meydana gelir. Ve insan o fiilin kaynağı olan isimden yahut isimlerden böylece feyzini alır.
Meseleye bu açıdan baktığımızda, Allah Resûlünün(a.s.m.) bütün esmâya en ileri derecede mazhariyetini şöyle de anlayabiliriz. O Rehber-i Ekmel(a.s.m.) Kur’ân’ın emrettiği bütün ibadetleri en mükemmel mânâda yapmış, bütün yasaklardan hassasiyetle sakınmış, bütün güzel huyları mümkün olan en ileri seviyesiyle iç âlemine mâl etmiş ve kötü huyların hiçbirisi O’nun o pâk ruhunun semtine uğrayamamıştır.
“Şeriat ve sünnet-i seniyyenin ahkâmları”na uyduğumuz nispette, Allah Resûlünde(a.s.m.) tecelli eden isimlerden, kabiliyetimize göre, inşallah biz de istifade edecek ve feyizleneceğiz.

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum