Ey îmân edenler! Sabredin! Sabırda düşmanlarınıza üstün gelin!

Ey îmân edenler! Sabredin! Sabırda düşmanlarınıza üstün gelin!

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Al-i İmran Sûresi 196-200. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

196-İnkâr edenlerin diyar diyar gezip dolaşmaları sakın seni aldatmasın!

197-(Bu, onlar için dünyada) az bir faydalanmadır! Sonra varacakları yer, Cehennemdir. Ve (o,) ne kötü yataktır! (*)

198-Fakat Rablerinden sakınanlar var ya, onlar için, Allah katından bir ağırlama olarak, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır; orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Allah katında olan (ni‘metler) ise, ebrâr (özü sözü tertemiz olan sâlih kullar) için daha hayırlıdır.

199-Hem doğrusu ehl-i kitabdan, (**) Allah’a, size indirilen (Kur’ân’)a ve kendilerine indirilene (Tevrât ve İncîl’e), Allah’a gönülden bağlı kimseler olarak gerçekten îmân edenler vardır. Allah’ın âyetlerini (karşılığında ne alsalar) az (düşecek) bir fiyata satmazlar. İşte onlar var ya, kendileri için Rableri katında mükâfâtları vardır. Muhakkak ki Allah, hesâbı pek çabuk görendir.

200-Ey îmân edenler! Sabredin! Sabırda (düşmanlarınıza) üstün gelin! (Her an cihâda) hazırlıklı olun ve Allah’tan sakının! Tâ ki kurtuluşa eresiniz.

(*) Müslümanlardan bir kısmının: “Kâfirler refah içinde yaşarken, biz zarûret içerisinde açlık çekiyoruz” diye yakınmaları üzerine bu âyet-i celîle nâzil oldu. (Celâleyn Şerhi, c. 1, 533)
“Bu âlemin mutasarrıfının (idârecisinin) mâdem nihâyetsiz böyle bir keremi, nihâyetsiz böyle bir rahmeti, nihâyetsiz öyle bir celâl ve izzeti vardır. Nihâyetsiz celâl ve izzet, edebsizlerin te’dîbini (edeblendirilmesini) ister. Nihâyetsiz kerem, nihâyetsiz ikrâm ister; nihâyetsiz rahmet, kendine lâyık ihsân ister. Hâlbuki bu fânî dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi milyonlar cüz’den ancak bir cüz’ü yerleşir ve tecellî eder (görünür). Demek o kereme lâyık ve o rahmete şâyeste bir dâr-ı saâdet (saâdet yeri) olacaktır. Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücûdunu (varlığını) inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücûdunu inkâr etmek lâzım gelir. Çünki bir daha dönmemek üzere zevâl (ayrılmak) ise, şefkati musîbete, muhabbeti hırkate (yanmaya) ve ni‘meti nıkmete (azâba) ve aklı, meş’um (uğursuz) bir âlete ve lezzeti eleme kalb ettirmekle (çevirmekle) hakīkat-i rahmetin intifâsı (rahmet hakīkatinin sönmesi) lâzım gelir. Hem o celâl ve izzete uygun bir dâr-ı mücâzât (cezâ yeri) olacaktır. Çünki ekseriyâ zâlim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübrâya (büyük bir mahkemeye) bırakılıyor, te’hîr ediliyor. Yoksa, bakılmıyor değil! Bazen dünyada dahi cezâ verir.” (Zülfikār, 10. Söz, 18)

(**) Burada zikredilen “ehl-i kitab”dan maksad, Abdullah bin Selâm (ra) ve arkadaşları ile Habeş hükümdârı Necâşî gibi mübârek zâtlardır. (Razî, c. 5/9, 160)