Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Fe eyne tezhebün

Evde olduğumda, sabah ve yatsı namazlarını hanemize en yakın camide eda etmeye çalışıyoruz. Bir sabah namazında imam kardeşimiz, Tekvir Suresini okumuştu. Eve gelince namazda okunan surelerin meallerine de bakmaya çalışırım. Bu sureye de bakınca, özellikle bir hitap, beni epeyce sarstı ve düşündürdü. 

Tekvir Suresinde Rabbimiz, kâinat kitabının ayetlerinden güneşi, yıldızları, dağları, hayvanları, denizleri, gökyüzünü, geceyi, sabahı, arşı nazara gösterip; insanın amelinden, diri diri gömülen kız çocuklarından, cehennem ve cennetten ve müşriklerin Hazret-i Peygamberi (asm) akıl ve zekâca çok iyi tanımalarına rağmen, ahiret fikrine alışık olmadıklarından onu mecnunlukla itham etmelerinden bahsediyor.

Artık inkâr edemeyecekleri gerçeklerle karşı karşıya kalan müşrikler, inkârlarına hiçbir gerekçe bulamayınca da Kur'an'ın gösterdiği doğru yolu bırakıp kendi karanlıklarında ilerleyince, Rabbimizin "fe eyne tezhebün" (hak yolu bırakıp nereye gidiyorsunuz?) hitabına muhatap oluyorlardı.

Bütün asırlara ve beşer tabakalarına ders veren ve seslenen Kur'an-ı Hakîm, aslında bu hitabı ile asırları kavuran tüm fikir sapkınlıklarına, müntesiplerine, belki de insan sayısınca gaflet dereceleri olan ehl-i gaflete de seslenmektedir. Kendimizi dışarda tutmadan hepimizin, bu hitaptan hissemizi alıp ahvalimizi dikkatli bir nazardan geçirmemiz gerekiyor, diye düşünüyorum .

Muhatabın, inkârcı ise tevhide; şüphede ise sahih bir imana; günahkârsa takvaya; ihmalkârsa temkin ve dikkate; nankörse şükür ve hamde yönelmesi, azim bir sermaye olan ömrü bitmeden asrın cazibedar fitnelerine karşı uyanık olması gerekmektedir. Yoksa bu hitabın bir muhatabı olarak yuvarlanıp gitmekten kurtulmak zordur. 

Dilimiz döndüğünce bu hitapların muhataplarına verdiği dersleri, anlamaya çalışacağız.

Ey tabiata sapan maddeci adam! Tevhidi bırakıp nereye gidiyorsun? Bak senin rab telakki edip icadı ona verdiğin tabiat; akılsız, şuursuz, ilimsiz, şefkatsiz ve yeniden yeniye icat edilen mahluklar bütünüdür. Bu tabiat, kendi üstünde her bir saniye, saat, gün ve asır dalgalarına takılan milyonlarla fiilden habersizdir. Tabiatın icat ve devamından haberi bile olmadığı bu fiiller, bir ilim, irade ve şefkati açıkça göstermektedir. Başını kaldır, kendini tanıtmak isteyen faal ve kudretli bir zâtın hârika işlerine bak. Tabiat bataklığına sûkuttan kendini kurtar. 

Yine Rabbimiz bu seslenişi ile bir ilâh var deyip fakat sebepleri merci tanıyan ve böylece esbab şirkine düşen adama da sesleniyor. Allah, uluhiyetinde bir olduğu gibi, icraatında da birdir. Sebepler, icraatçı değil, sadece zahirde görünen çirkinliklere merci olmak için neticelerin takıldığı bahanelerdir. O sebeplerin arkasında her şeyin yanında hazır ve nazır olan kudretiyle, iradesiyle iş gören Kudret-i İlâhidir. Esbaptan zihnini çevir, bu âdî sebeplere takılan harika neticeleri gör ve esbab şirkinden aklını ve kalbini kurtar.

Yine Rabbimiz, bu hitabı ile bir ilâh var deyip O'nun şanlı elçilerini tanımayan, adını deist koyanlara da seslenmektedir. 

Kâinatı bir saray düzen ve keyfiyetinde yaratıp mükellef sofralarla insanı ağırlayan ve insana hizmeti, bütün mevcudatın gayesi haline getiren Rabbimiz mümkün müdür ki:

-Sizden bir şey beklemesin.
-Size bir vazife yüklemesin.
-Kendini ve gizli kemâlâtını size bir elçi vasıtasıyla bildirmesin, sizi başıboş bıraksın.
-Şu dünyayı bir saray şeklinde yapıp sizi boşu boşuna buraya yerleştirmiş olsun.
-Kâinatın uyacağı kevnî kanunlar koysun da insanın uyacağı kanun koymasın.
-İnsanı kendini tanıyacak kabiliyetlerine donatsın da kendini onlara bir elçi ile tanıtmasın.
-İnsanın yüzünü kesretten vahşete çevirmesin.
-Şu kâinatta sükûnetli hayat sürmenin kurallarını tâlim edecek bir elçi göndermesin.
-Bir hikmetli kitap göndersin ,yaratsın, sonra o  kitapları muallimsiz bıraksın. Derûnlarındaki ince manaları, mahlukatın "nereden, nereye, necisin" gibi sorularının cevaplarını, mühmel bıraksın.
-İlki daha zor olan yaratmayı yapsın, sonraki yaratmayı kendi kendine bıraksın.
-İsyan eden ile itaat edeni eşit bıraksın.

-Önemli bir sırr-ı insanî olan ölüm hadisesinin mahiyetini bildirmesin.
-Her an kendini gösteren harika fiilleri sahipsiz bıraksın, tesadüfe ve tabiata havalesi mümkün olmayan hadsiz dilleri sustursun ve kâinatı abese  mahkum etsin.

Ey kendini sevdirmek ve bu kadar mucizeli ve maharetli hesapsız eserleri ile gizli kemâlatını sana bildirmek, söz ve  konuşmaktan daha açık bir tarzda fiilen isteyen ve hâl diliyle bildiren gayb perdesindeki Zât-ı Kerim için, "bilinemez" diyen, adını da "agnos" koyan şaşkın insan!

Sen bu hadsiz aczin, mahdut ölçücüklerin, sönük aklınla; bütün isim ve sıfatları nihayetsiz kemâlde ve mucizatıyla mâlum olan bir Zât-ı Kerim'i kavrayabilir misin? Onun tarif edicisi olarak bütün masnuatındaki mucizeleri varken, hâlâ Onu bilinemez ünvanına sarıp göz kapamayı, çürümemiş hangi akıl, sönmemiş hangi kalp kabul edip "kendinin sahibini bulmamaya"  tahammül edebilir? 

Geçenlerde yaşı da var, biriyle muhabere ederken  bir vaveylasına karşı "Seni bu dünyaya gönderen ve toprağa atılan hiçbir tohumu da zayi etmeden filizliyerek o tohumun istidat lisanı ile yaptığı duayı cevaplayan Zât, seni toprağa bırakıp vicdanına koyduğu, fıtratına ektiği 'ebed' arzusunu cevapsız bırakıp seni hiçliğe atar mı?" diye yazmıştım.

Cevaben "Beni gönderini kim gönderdi o zaman? Elbetteki ebedî hem de dertsiz yaşamak isterim; ama öyle bir hayat olmayacak, bir köpek gibi yok olup gideceğiz.' demişti. Çok üzüldüm gerçekten. Ona cevaben " Bizi gönderen, bizim cinsimizden olmadığından, onu kim gönderdi, diye sorup nasıl anlayacağız?" mukabil sorusunu sorduktan sonra da; küfrün belini kıran o meşhur " Bir köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki nihayetsiz derecede muntazam şu memleket hakimsiz olur?" cümlesini gönderdim. Buna karşılık "Elbette inanmak zorundayız ama biri buna inek, biri sinek, biri de güneşi yaratıcı olarak inanır." deyiverdi. Ben de ona "Senin rab denir, dediklerin de birer mahluk. Biz zaten onları da muntazam yapıp kâinata göndereni ve insana hizmet ettireni arıyoruz." diye yazmıştım. İşte bu hitap bu anlayışa da sesleniyor.

Ey, fıtratın ebed sesine kulağını tıkayarak kısmen eğlenece, kısmen sefahata dalarak aklı, önündeki istikbalden bulunduğu anın lezzetine çeviren ve bununla teselli bulmaya çalışarak; ruhunu ve vicdanını derin azaplarda bırakan ve kendini teselli etmek için de felsefenin kelime oyunlarına sığınan insancık! 

Aklını çıkarıp atarak hayvan olup geçmiş ve gelecekten elem duymamak mümkün olmadığına göre; aklını imanla başına al, Kur'an'ı dinle ve safi lezzetleri kazan. O zaman istikbalin, senin bir köpek gibi yok olup gideceğiz diye sandığın yokluk karanlıklarının bir örtüsü olmadığını, bilakis "bâki ruhların saadet saraylarına" girmek için bekledikleri salonun nuranî bir örtüsü olduğunu görür gibi inanacaksın.

Bu hitap, kendine tanıdığı Kur'an'ın izah ve tefsirini Allah Resulünden esirgeyen, terke uğrayan zarûretin takviyesini bırakıp kasr-ı İslamiyetten yeni kapılar açmaya çalışan, selef-i salihinin bütün zamanların ihtiyacına cevap verecek fikirlerini bırakıp dört yaşında Kur'anı hıfzedip âlimlerle mübahase edecek dereceye gelen büyük âlimlerle boy ölçüşmeye kalkışan, İslam hakikatinin dört delili yerine Kur'an'dan kendi anladığını ikâmeye çalışan yeni zamanın türevlerine de hitap ediyor.

Onlardan iyi niyetli olanları insafa, dikkate, tetkike; âyât-ı Kur'an'ın açık emirleri olan Allah Resulüne tebaiyete; Allah'ı sevmenin ona tâbi olmakla  mümkün olduğuna ikazla, siyer-i seniyesine hürmete ve onu siper etmeye davet ediyor.Kötü niyetlilere ise, Kur'an'ın ancak bir öğüt olduğunu ihtar ediyor.

Bu hitap, bu fırtınalı zamanın "hissi iptal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan ve boğan cereyanların" etkisi ile sersemleşip mânevî azabını hissedemeyen dalâlet ehline hitap ettiği gibi; "gaflet bastığı için hakiki lezzetini tam hissedemeyen" hidayet ehline de hitap ediyor aslında.

Küfrün fenden ve felsefeden geldiği ve günahların insanı serbestçe ve kesretle sarabildiği, fırtınaları ve fırtınaların bazen kasırgaya dönebildiği bir zamandayız. Bu hitaba kısmen muhatap olmamak için, eskiye göre ibadette daha bir dikkat ve temkin; okumada süreklilik ve ziyâdelik; irtibat ve  ihlasta ifrat; mânevî murakabe, dua ve istiğfarda uyanık bir gönüle her zamankinden çok ihtiyaç var. 

Sonuçta saadet-i ebediye olacak bir hüsn-ü hatime ve hizmeti Mevla için, bütün bunlar değmez mi? 

Evet dostlar, nefis bizi yutacak bir balık gibi, her an yanıbaşımızda beklemektedir. Ona yem olmak terke; âlây-ı illiyyine çıkmak ise vücuda bakmaktadır. Tercih bize bırakılmış.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum