Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

'Gel kardaşım!'

31 Mart Vak’asının âkabinde kurulan “Divan-ı Harb-i Örfî” mahkemesinin sahnesine bir alev topu gibi düştüğünde henüz otuz bir yaşındadır...
 
Kısacık hayatını idâmla noktalama kasdı taşıyan bu dehşetli mahkemede yaptığı müdafaa, insanlık târihinin ender kaydettiği bir kahramanlık destanıdır...
 
Mahkemeye gelinceye kadarki kısacık hayatı kahramanlık ve fedakarlıklarla doludur... Defelarca ölümle burun buruna gelmiş, defalarca hayatını hiçe sayarak tehlikelerin cehennemî kucağına pervasızca atlamıştır. Nitekim kısa bir müddet önce de “Medresetü'z-Zehrâ”nın vücud bulması için kapısını çaldığı Sultan Abdulhamid ve idâresi muktedirlerinin hışmına uğramış, bir mecnûn gibi Toptaşı Tımarhânesi’ne atılmıştır.
 
31 Mart Vak’asına karıştıkları iddiası ile önüne geleni darağacına gönderen Hurşit Paşa’nın başkanlığındaki mahkemede müdafaaya kalkan Said-i Meşhur, nefis müdafaası ile değil şu ağır tenkidle söze başlar:
 
“Vaktâ ki hürriyet divânelikle yâdolunurdu; zaif istibdad, tımarhaneyi bana mekteb eyledi.
“Vaktâ ki i'tidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu, meşrutiyette şiddetli istibdad, hapishaneyi mekteb eyledi.”
Müdafaasının mukaddimesini şu pervasızlıkla mücevher bir çerçeve içinde târihin hâfızasına nakşeder:
“Mert olan, cinâyete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa, cezadan korkmaz. Hem de, haksız yere îdam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lâfızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zâlimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.”

Bahçesinde kurulu darağaçlarında 40 küsür meşhur âlim ve insanın sallanan cesedlerinin arasından geçirilerek çıkarıldığı bu dehşetli mahkemenin şakasının olmadığını ondan daha iyi kim bilebilirdi? Hiç şüphesiz, kendisi de bu göstermelik duruşmanın âkabinde bu derme çatma darağaçlarının birinde hayata vedâ edecektir… Ama Bediüzzaman bu, “Ben korkuyu bilmiyorum, o da beni tanımıyor” diyen insan.
Serâpâ bir devir, târih ve medeniyet tenkidi olan bu muhteşem destanı, şu satırlarla hürriyet meftûnlarına miras bırakır:

“Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâubalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şahid olsun ki; o ‘Saadet-Saray-ı Medeniyet’ tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel; Vilâyât-ı Şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolunun dağlarında tam mânasiyle hükümfermâdır.”

Beraatle neticelenen bu dehşetli mahkemenin binasını:

“Zâlimler için yaşasın Cehennem!” diye haykırarak terkeden bu âlevden gülle ile 1927 yazı başlarında elli yaşında iken Barla’da karşılaşıyoruz.

Altıyüzyıllık Osmanlı Saltanatı yıkılmış, insanlık târihi büyük bır kırılma ile dipsiz bir uçuruma düşer gibi ruh ve çehre değiştirmiştir. Savaş meydanlarında kılıcımıza diz çöktürdüklerimizin kuvvetli ittifak ve dessasiyetlerine mağlûb düşmüş, bin türlü taviz ve güçlükle, hasımlarımızın râzı oldukları bir idâre ve zihniyet tarzı ile hayata tutunmuşuz, bir avuç Anadolu topraklarında…

Bediüzzaman, yeni devrin artık bütünüyle tehlikeli ve düşman ismidir. Şeyh Said kıyamı bahane edilerek sürgün edilen Şark Sürgünleri’nin vefatına kadar sürgünü devam edecek tek ismidir o. Muktedirler’in onun için takdir ettikleri yer, doğduğu topraklardan 1000 km uzakta, dağlar arasındaki bu küçük, şirin ama ürpertici beldedir: Barla…
 
Hürriyetini tehdid ve tahdid eden Ankara muktedirlerinin mânevî istibdadını asla kabul etmemektedir. Onun için İttihadçıların mahkemesinde ifâde ettiği gibi, Barla’nın Şark-i Anadolu’nun dağlarına çok benzeyen dağlarına tırmanmakta, tefekküre dalmakda, hürriyetini Mülkullah’ın bu sarp coğrafyasında doyasıya yaşamaktadır…

Güneşli bir havada, sabahın erken saatlerinde yeni yeni keşfettiği su kaynaklarına doğru tırmanmıştır. Önce Ulupınar, sonra Delikli Pınar ve diğerlerine doğru gidecektir…

saidnursi_yagmur.jpgYaz sıcağına buz gibi soğuk suları ile meydan okuyan bu pınarların başını mekân edinmiştir… Günün ilerleyen saatlerinde göğün kapkara bulutlarla kaplanması ile şimşek raksı ve gök gürültülerinin eşliğinde bardaktan boşanırcasına yağmurun dökülmesi bir ânda olur. Hem sığınacak yer yoktur, hem de sığınmak istemez… Bir anda sırılsıklam olur.

Yağmurun uzun sürebileceği ihtimalinden hareketle Barla’ya dönmeye karar verir. Islak taşlar ve çamurdan kayan lastik ayakkabıları hem yırtılmış hem de ayaklarında durmaz olmuşlar. Onlarla daha fazla yürüyemeyeceğini anlayınca çıkarıp eline alır ve memleket yâdigârı beyaz yün çorapları ile çamura bata çıka yürümeye devam eder.

Barla’ya döndüğünde yağmur durmuş, köy yağmur sonrasının o tatlı toprak kokusu ile içe baygınlık vermektedir. Yokuşbaşı Çeşmesi’ne varmazdan önce bir araya gelip sohbet eden bir grub köylünün arasından selâmlayarak geçer…

Sürgün, düşman, tehlikeli ve Kürttür… Yaklaşılması, konuşulması yasaklanmıştır. Bekçi ve jandarma, onu tecrid etmek için terör estirmektedir, korkunç bir devlet terörü…

Buna rağmen onun bu perişan, bu yalnız, bu kimsesiz hâline köylüler acıyan gözlerle bakarlar… Bediüzzaman, kendilerinden bir kaç adım uzaklaştıktan sonra içlerinden birisi daha fazla dayanamayıp peşinden yürümeye başlar…

Asrın mazlumu arkasından birinin yaklaşmakda olduğunu hissedip dönüp bakar. Bir an göz göze gelirler ve mübarek dudaklarından iki kelime dökülür:

“Gel kardaşım!..”

Beriki büyülenmiş gibi hamle eder ve lastik ayakkabılarını Üstad’ın elinden alır… Yokuşbaşı Çeşmesi’nde ayakkabıları yıkar, Üstad’a da el ve ayaklarını yıkamasında yardımcı olduktan sonra çeşmenin üstündeki iki odalı küçük evine birlikte çıkarlar… Çıkış o çıkıştır… Süleyman bu, Üstad’a sekiz yıl bir evlad sadakatiyle hizmet eden “Sıddık Süleyman”… Hani şu güzel bahçasinde 28. Söz yazılan “Cennet Bahçesi”nin sahibi Süleyman…

Bugün Barla’nın âfâkında hâlâ dalga dalga o ses yankılanmakta ve dünyânın dört bir tarafından îmâna susamış insanların o dâvete koşuşu coşkun seller gibi, çığ gibi büyüyerek devam etmektedir:

“Gel kardaşım!”

Bugün

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum