Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım

Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), En'am Sûresi 148-153. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

148-(Allah’a) şirk koşanlar: “Eğer Allah dileseydi ne (biz) şirk koşardık, ne de atalarımız! Hem hiçbir şeyi (kendi kendimize) haram kılmazdık!” diyecekler. (*) Onlardan öncekiler (de) azâbımızı tadıncaya kadar (peygamberlerini) böyle yalanlamıştı. De ki: “Yanınızda herhangi bir ilim var mı? Haydi, onu bize çıkarın! (Siz) zandan başkasına tâbi‘ olmuyorsunuz ve siz ancak çirkince yalan söylüyorsunuz.”

149-De ki: “Öyle ise en mükemmel delil Allah’ındır. O hâlde (O) dileseydi, elbette sizi hep berâber hidâyete erdirirdi. (Ama O, sizi kendi irâdenize bıraktı.)”

150-De ki: “Haydi, ‘Şübhesiz Allah bunu haram kıldı’ diye şâhidlik edecek şâhidlerinizi getirin!” Buna rağmen şâhidlik ederlerse, sakın onlarla berâber şâhidlik etme! Hem âyetlerimizi yalanlayanların ve âhirete îmân etmeyenlerin (nefsî) arzularına uyma! Çünki onlar, (putları) Rablerine denk tutuyorlar.

151-De ki: “Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk koşmayın! Hem ana-babaya iyilik (edin)! Ve fakirlikten dolayı çocuklarınızı öldürmeyin! Sizi de onları da (ancak) biz rızıklandırırız. (Zinâ gibi) çirkin işlere, açığına da gizlisine de yaklaşmayın! Hem hak bir sebeb olmadıkça, Allah’ın haram kıldığı canı öldürmeyin! İşte bunlar (Allah’ın) size o emrettiği (şeyler)dir; tâ ki akıl erdiresiniz.”

152-Ve rüşdüne erinceye kadar yetimin malına, o en güzel bir şekilde (onu muhâfaza ve yetime yardım etme maksadıyla) olanı müstesnâ, yaklaşmayın! Hem ölçüyü ve tartıyı adâletle tam yapın! (Biz) kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmayız; söz söylediğiniz zaman ise, akrabâ bile olsa, artık adâletli olun! Ve Allah’ın ahdini (verdiğiniz sözü) yerine getirin! İşte bunlar (Allah’ın) size o emrettiği (şeyler)dir; tâ ki ibret alasınız.

153-Ve şübhesiz bu, benim dosdoğru yolumdur; öyle ise ona tâbi‘ olun! Ve (başka) yollara tâbi‘ olmayın! Sonra sizi O’nun (Allah’ın) yolundan ayırır(lar).(**) İşte bunlar (Allah’ın) size o emrettiği (şeyler)dir; tâ ki (günahlardan) sakınasınız.(***)

(*) İnsan, hayır veya şer olarak işlediği amellerini kendi irâdesi ile yapar. İyilikleri insanlar için kolaylaştıran, insanı böyle temiz bir fıtratta yaratan ve hayırlarla emreden Allah’dır. Ancak Cenâb-ı Hakk kötülükleri, mâhiyetleri i‘tibâriyle çirkin ve insan fıtratına zıd olarak yarattığı ve bir imtihâna medâr olmak üzere onlardan sakınmasını emrettiği hâlde, haram kılınmış bu şeyleri isteyen, insanın kendi irâdesidir. Bu yüzden pek çok âyet-i kerîmede insanın fiillerinden mes’ûl olduğu ve amellerinin karşılığında cezâ veya mükâfât göreceği zikredilmiştir.

İnsanın fiilleri irâdesi dışında gerçekleşirse, mükâfât ve cezânın, hattâ imtihânın bir ma‘nâsı kalmaz. Bu ise, zerrelerden yıldızlara kadar herşeyde gāyet ince hikmetleri gözeten Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine zıddır. Evet, insan bir ağaç gibi bütün bütün mecbûriyet altında değildir. Amellerinden mes’ûl tutulmasını gerektirecek bir irâdeye sâhibdir. Herkes bunu vicdânen bilir ve hayâtı boyunca def‘alarca tecrübe eder. Hiç kimse bir eşyâyı satın alırken “Kaderim buymuş!” diyerek satıcının verdiği çürük malı almaz.
Bununla berâber insan kendi fiillerinin yaratıcısı da değildir. Çünki yaratma Allah’a mahsustur. Ancak, insan başlangıçta bir şeyi istemedikçe, Cenâb-ı Hakk o şeyi insana zorla yaptırmaz. Yani Cenâb-ı Hakk’ın irâdesi kulun irâdesine bakar. İnsan neyi isterse, Allah onu yaratır. Hidâyete veya dalâlete doğru yürümek insanın elindedir. Fakat sâbit birer sıfat olan hidâyet ve dalâleti yaratan Cenâb-ı Hakk’tır. İslâm ulemâsının büyüklerinden Sa‘deddin Taftazânî’nin dediği gibi: Îman, kulun kendi irâdesini kullanmasından sonra, Allah’ın o kulun kalbine yerleştirdiği bir nûrdur. Cüz-i ihtiyârî denilen isteme kābiliyetini veren Allah’dır. İsteyen insandır. Fakat hayır veya şer, iyi veya kötü, istenileni yaratan yine Cenâb-ı Hakk’tır. İnsan kendi isteği ile fiilin yaratılmasına sebeb olduğu için mes’ûliyet de kendisine âiddir. (Tılsımlar, 26. Söz)

(**) “Âdem (as) zamânından beri, beşeriyette iki cereyân-ı azîm (iki büyük hareket) birbiriyle çarpışarak gelmiş. Biri, istikāmet yolunu (doğru yolu) ta‘kīb ile ni‘met ve saâdet-i dâreyne (dünya ve âhiret saâdetine) mazhar olan ehl-i nübüvvet ve salâhat ve îmandır (peygamberler, sâlihler ve mü’minlerdir). Bunlar kâinâttaki, kâinâtın hakīkī güzelliğine ve intizam ve kemâline (mükemmelliğine) mutâbık (uygun) olarak istikāmette hareket ettiklerinden, hem kâinât sâhibinin lütuflarına, hem iki cihânın saâdetine mazhar olup, beşeri melekler derecelerine, belki fevkine (daha yukarısına) terakkī ettirmeğe (yükseltmeye) vesîle olarak, dünyada îman hakīkatleriyle ma‘nevî bir Cennet, âhirette bir saâdet kazanmışlar ve kazandırmışlar.
İkinci cereyan, istikāmeti bırakıp ifrât ve tefrît ile (aşırı gitmek veya geri durarak) aklı bir vesîle-i azâba ve elemler toplayıcı bir âlete çevirdiklerinden, insâniyeti en bedbaht bir hayvâniyetten aşağı düşürüp, dünyada zulümlerine mukābil gazab-ı İlâhîyi ve musîbet tokatlarını yemekle berâber, dalâletleri cihetinde, akıl alâkadarlığıyla kâinâtı bir hüzüngâh ve mâtemhâne-i umûmiye (umûmî bir hüzün ve mâtem yeri) ve zevâlde yuvarlanan (ayrılıp giden) zîhayatlar (canlılar) için bir mezbaha ve bir selhhâne (kesim yeri) ve gāyet çirkin ve karışık görür, rûhu ve vicdânı dünyada bir ma‘nevî Cehennemde olur, âhirette dâimî bir azab çekmeğe kendini müstehak eder.” (Şuâ‘lar, 15. Şuâ‘, 579)

(***) İbn-i Abbâs (ra)’dan gelen bir rivâyete göre: “Bu 151-152-153. âyetler, muhkem âyetler olup, önceki bütün şeriatlarda da vardı. Bir kimse bunlarla amel ederse Cennete girer. Eğer amel etmezse Cehennemlik olur.” (Râzî, c. 7/14, 4)