Güneş, hakikat lisanıyla şöyle der
Günlük Risale-i Nur dersi…
Bismillahirrahmanirrahim
Sonra, o müddeî, …Güneşe şirk nâmına ve şeytanlaşmış felsefe lisâniyle, mecusîlerin dedikleri gibi der ki: "Sen bir sultansın. Kendi kendine mâliksin, istediğin gibi tasarruf edersin."
Güneş ise, hak nâmına ve hakikat lisâniyle ve hikmet-i İlâhiye diliyle ona der:
"Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Ben musahhar bir memurum. Seyyidimin misafirhânesinde bir mumdârım. Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakiki mâlik olamam. Çünkü sineğin vücudunda öyle mânevî cevherler ve göz, kulak gibi antika san'atlar var ki, benim dükkânımda yok, daire-i iktidarımın haricindedir" der, müddeîyi tekdir eder.
Sonra, o müddeî döner, firavunlaşmış felsefe lisâniyle der ki: "Mâdem kendine mâlik ve sahip değilsin, bir hizmetkârsın; esbâb nâmına benimsin" der.
O vakit güneş, hak ve hakikat nâmına ve ubûdiyet lisâniyle der ki: "Ben öyle birinin olabilirim ki, bütün emsâlim olan ulvî yıldızları icad eden ve semâvâtında kemâl-i hikmetle yerleştiren ve kemâl-i haşmetle döndüren ve kemâl-i zînetle süslendiren bir Zât olabilir."
Sonra, o müddeî, kalbinden der ki: "Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karma karışık görünüyorlar. Belki onların içinde, müvekkillerim nâmına bir şey kazanırım" der, onların içine girer. Onlara esbâb nâmına, şerikleri hesâbına ve tuğyan etmiş felsefe lisâniyle, nücumperest olan sâbiiyyunların dedikleri gibi der ki: "Sizler, pekçok dağınık olduğunuzdan, ayrı ayrı hâkimlerin taht-ı hükmünde bulunuyorsunuz."
O vakit, yıldızlar nâmına bir yıldız der ki:
"Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki, bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizâmât-ı âliyemizi ve kavânîn-i ubûdiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun.
"Bizler öyle bir Zâtın san'atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semâvâtı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesîregâhımız olan nihayetsiz fezâ-i âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehaddir. Bizler, donanma elektrik lâmbaları gibi, Onun kemâl-i rubûbiyetini gösteren nurânî şâhidleriz ve saltanat-ı rubûbiyetini ilân eden ışıklı bürhanlarız. Herbir tâifemiz, Onun daire-i saltanatında, ulvî, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziyâ veren nurânî hizmetkârlarız. (Sözler, 32. Söz)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
BERZÂHÎ : Berzaha ait olan.
BÜRHAN : Birşeyi ispatlamak için kullanılan kesin delil, ispat vâsıtası.
CEVHER : Asıl,maya, öz, temel, kök, kıymetli taş.
DAİRE-İ İKTİDAR : Güç, kuvvet dairesi.
EMSÂL : Misaller, denk ve benzerler.
ESBÂB : Sebepler.
FELSEFE : Madde ve hayatı başlangıç ve gaye bakımında inceleyen ilim. Felsefe dîne dayandığında hakîkati bulmuş, sırt çevirdiğinde de çelişkiler içerisinde kalmıştır.
FEZÂ-İ ÂLEM : Gökyüzü; fezâ âlemi; uzay.
FİRAVUN : Mısır'da yaşamış ve Hz. Musa'ya (a.s.) inanmayan, onunla savaşan ve Allah'a isyan ederek ilâhlık dâvâ eden hükümdar. Fir'avun gibi ilâhlık iddia edenlere de bu isim verilir.
HAKİKAT : Gerçek.
HÂKİM : Hükmeden, hâkimiyet sahibi.
HÂŞÂ : Aslâ, katiyen, öyle değil, Allah korusun.
HAŞMET-İ SALTANAT : Sultanlığın haşmeti, ihtişâmı, saltanatın göz kamaştıran güzelliği.
HİKMET-İ İLÂHİYE : Allah'ın hikmeti; her şeyi bir sebebe bağlaması.
İCAD : Yoktan yaratmak.
İNTİZAM : Tertib, düzen, nizam üzere olmak.
KABZA-İ TASARRUF : İdâre eli. Tasarrufu altında.
KAVÂNÎN-İ UBÛDİYET : Kulluk esasları.
KELLÂ : Aslâ, öyle değil.
KEMÂL-İ HAŞMET : Mükemmel heybet ve büyüklük.
KEMÂL-İ HİKMET : Tam ve eksiksiz hikmet, şaşmaz bir hikmet ve gaye.
LİSÂN : Dil, anlatma şekli, tarzı.
MÂLİK : Sahip olan, mülk sahibi,
MÂNEVÎ : Mânâya âit, maddî olmayan.
MECÛSİ : Ateşe tapan; ateşperest.
MENZİL : Ev, oda, yer, mekân, durak.
MESİREGÂH : Mesire, gezinti yeri.
MUMDÂR : Aydınlatan, ışıklandıran. Mum tutan.
MUSAHHAR : Emre verilmiş, itaatkâr, fethedilmiş, birine bağlanmış.
MÜDDEÎ : İddiâ eden, dâvâcı.
NÂM : İsim, ün, şan.
NİZÂMÂT-I ÂLİYE : Yüksek ve mükemmel düzenler.
NÜCUMPEREST : Yıldızlara tapan.
SÂBİİYYUN : İtaattan ayrılmakla bâtıla meyleden; yıldıza tapan sapkınlar.
SALTANAT-I RUBÛBİYET : Allah'ın kâinatı terbiye ve idâre eden saltanatı, hâkimiyeti.
SEMÂVÂT : Gökler.
SERSEM : Başıboş, işi gücü olmayıp boşta dolaşan, haylaz, derbeder, âvâre.
SEYYİD : Efendi, büyük, önder.
SİKKE-İ VAHDET : Allah'ın birliğini gösteren mühür ve damgalar.
SÜFLÎ : Aşağıda bulunan, alçak, âdî.
ŞECERE : Ağaç.
ŞERİK : Ortak, rakip.
ŞİRK : Allah'tan başka ilâh tanıma, Ona ortak koşma.
TAHT-I HÜKM : Hüküm ve idâre altında.
TÂİFE : Kavim, kabîle, takım, hususî bir sınıf meydana getiren insanlar.
TASARRUF : Birşeyin sahibi olup, idâre etme, mülkünü istediği gibi kullanma.
TUĞYAN : Zulüm ve küfürde çok ileri gitmek, azgınlık, taşkınlık, taşkın mîzaçlık, resmî devlet kuvvetlerine karşı durmak.
TURRA-İ EHADİYET : Allah'ın birliğini ilân eden mühür.
UBÛDİYET : Kulluk, kölelik, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme.
UHREVÎ : Ahirete dâir, öteki dünyaya âit.
ULVÎ : Yüce, yüksek.
ULVÎ : Yüce, yüksek.
VÂHİD-İ EHAD : Bir olan ve birliği her bir şeyde tecellî eden Allah.
ZÎNET : Süs.