Habibi Nacar YILMAZ
Namaz, Sadece Dindarlık Ölçüsü Değildir
Lise birinci sınıftan ikinci sınıfa yeni geçmiş, daha nurları tanımamıştım. Ama kitap okumayı, insanlarla irtibatı ilerletmiştik. O dönemlerde piyasayı kavuran, çeşitli izimlere karşı uyanıklık adına da seminerler bile tertip edecek seviyeyi yakalamıştık.
Rize'nin tam merkezinde, şimdi yıkılan sıralı binalar vardı. O sıralı binaların birinin ikinci katında, "Rize Din Görevlileri Cemiyeti" bulunuyordu. Buranın çaycısı rahmetli İhsan amcanın da sevecenliği bizi oraya çekiyor ve kütüphanesinden de kitaplar alıp okuyorduk. Rize'nin kadim esnaflarından rahmetli İbrahim Toprak ve Mustafa Uzun amcalar da oraya sıkça uğrar, yeni kitaplar getirirlerdi. Bizi de kitap okurken görünce, tebrik ederlerdi. Hatta çay paralarımızı çoğu kez ödediklerini hatırlarım.
Bu dönemde, Rize İmam Hatip'te okuyup da oraya gelen öğrenciler de olurdu. Bunlardan biri de şimdi emekli öğretmen ve Bursa'da ikamet eden Trabzon'un Çaykara ilçesinden Ekrem Kişmiroğlu kardeşti. Ekrem kardeş, bizim kitap okuyuşumuza sıkça şahit olunca, bir defasında yanımıza gelip bize: "Siz çok kitap okuyorsunuz, Said Nursi'nin de kitapları var. Onları da okur musunuz?" diye sormuştu. Ben de o dönem, İmam-ı Gazali'nin "Abidler Yolu ve Ey Oğul" kitaplarını okuyordum. Ondan olacak herhalde ki Ekrem'e "İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani varken, Said Nursi'ye ne gerek var? diye mukabele etmiştim. Bunu söyleyince, Ekrem kardeş çok sakin bir şekilde "Said Nursi de bu zamanın bir Gazali'si, Rabbani'sidir. Onu da okuyabilirsiniz" demişti. Devamında da beni, kaldığı eve davet etmişti. İki defa söz vermiş fakat sözümüzde duramamıştık. Üçüncü defa beni görünce, bu sefer bırakmadı bizi. Ve kaldığı eve, yani dershaneye gittik. Yatsı vaktiydi ve bu fakirin imamlığında namazı kılmıştık. Namazdan sonra, Sözler kitabını verdi ve ders okumamı istedi. Rastgele açtım ve Dokuzuncu Söz çıkınca da yarıya kadar okudum.
Okuduğum kısmın hepsini anlamamıştım. Ama önemli ipuçları yakalamıştım. Sonra Ekrem'e bir inkârcı arkadaşımın olduğunu ve onun bazı sorularına cevap veremediğimi iletmiştim ve bunların cevaplarının bu eserlerde olup olmadığını sormuştum. Cevapların bu eserlerde olduğunu söyleyince, Risale-i Nur yolculuğumuz orada başladı.
Daha sonra, hemen elde edip okumaya başladığımız nurlardan Dokuzuncu Söz, özellikle de ibadet ve namazın hakikatini anlatan ilk üç nüktesi, derinleşmek istediğim kısımlardan olmuştur her zaman. Niçin özellikle bu kısımlarda derinleşmek istiyordum? Çünkü namazı, dindar böyle olur, isteğiyle değil de insan olmanın sancısını çekerek eda etmenin tadını az da olsa, ilk okuyuşta almıştım.
Hani, insanın bu dünyaya gönderilmesini hikmeti ve gayesi, Şualar'da tarif edilirken "Halık-ı kâinatı tanımak ve O'na iman edip ibadet etmektir." cümlesinden sonra, iman ve ibadeti "vazife-i fıtrat" olarak tanımlıyor ya. İşte, bu fakire göre namaz özelinde ibadetin de bir fıtrat (yaratılış) vazifesi olduğu ve niçin özellikle günün belli vakitlerine dağıtıldığının sebebi de Dokuzuncu Söz'de anlatılıyordu. İbadetin nefes alıp verdikçe devamı ve hayatın tüm alanına hâkim olması ancak ibadetin özünün, esasının ne olduğu ve neye bina edilmesi gerektiğini anlamakla mümkün. Yoksa ibadet, belli vakitlerdeki ritüelden veya atılması gereken bir yükten öteye geçmez, geçemiyor. Namazın bir sevdaya, zarurî bir ihtiyaca dönüşmesi ve insana tatlı bir heyecan vermesi, bilinen biçimini tekrardan çok, o biçimin içini dolduran tesbih ve tahminin mahiyetini çözmekle ve o mahiyete girmekle mümkün. İşte, Dokuzuncu Söz, insana kendi mahiyetini okuyarak tesbih ve tahmidin gerekçelerini anlatıyor. Böylece namazı, ibadeti, kulluğu emir ve yasak ekseninden alıyor; abdin (kulun) Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltiyor.
Yani "Allah'a firar ediniz." emrinin heyecanını duymanın beş vakte mahsus olmadığını ve bunun her vakitte yaşanmasının yolunu gösteriyor. Allah'a firar etmenin gerekçelerini, sahih sebepleri insana duyuruyor. Nasıl hayat imanla diriliyor, bir anlam kazanıyorsa; işte, imanla dirilen hayat da bu hayatı veren ve her an bunu devam ettiren Vahib-ül Hayata karşı mukabele ile de hantallıktan, daha dolu bir ifadeyle kokuşmuşluktan, aşınmaktan kurtuluyor. İbadetle âdeta insan, yeniden diriliyor. Her an tesbihte olan mevcudatla aynı hizaya giriyor. Sözcülüğünü yaptığı mevcudatın hukukunun ağırlığını hissediyor.
İbadetinde devamlı olmak, onun gerekçelerinin ve sahih sebeplerinin bilinmesiyle mümkün. Elbette Cenab-ı Allah hiçbir şeye muhtaç değil. İhtiyaç, insana bakar. Tesbih, hayret, hamd ve minnete olan ihtiyacımızı görmek, anlamak, bize çölde suyu, gölgeyi özletir gibi, secdeyi özletir. Aklı secdeye yakın kılar, insanı secde ile bütünleştirir.
İnsan, nihayetsiz âciz ve fakir. Yani kendine ait bir gücü, kudreti, meziyeti kıl kadar ve yaratmaktan uzak iradeden başka bir varlığı yok. Bütün varlığı kendine hediye edilmiş. Yani kendisi bir şeyin kaynağı olamıyor. Ne dış âleme gücü yetebiliyor ne de parmağını boğazına kadar götürebiliyor. Hücrelerimizin her an devam eden temizliğine ve kalbimizin çalışmasına müdahil olamadığımız gibi, öyle bir görevimiz de vücudumuzun varlığını devamı için bir telaşımız da yok. Peki, insanın böyle bir görevi ve telaşı olsaydı ne olurdu? Tek bir nefeslik huzura bile hasret kalırdık.
O zaman bu sonsuz ve sınırsız hizmeti, iyiliği bize kim yapıyor? Normal ve aklı başında bir insan kendine "Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum, kimin keremiyle böyle müşfikâne terbiye olunuyorum, benim ihtiyaçlarımı elimin yetişmediği yerlerden münasip ve layık vakitlerde gönderen kim?" suallerini sormaz mı? Sorması lazım değil mi?
Bir ara bunları anlattığım bir öğretmen arkadaş "Hocam sizin okuduklarınızı da yazdıklarınızdan tanıyorum. Kim sualinin cevabında sıkıntı yok. Fakat bunu kabul etsem, o zaman da devam edip O'na nasıl teşekkür etmeliyim, O bizden ne istiyor, suallerini soruyorsunuz. O da işime gelmiyor." demişti. Biz de zaten bu sualleri normal bir insan sorar ve cevabını bulmaya çalışır, diyoruz.
"O'na nasıl teşekkür etmeliyim, o bizden ne istiyor?" gibi merakı mucip sualler, insanı Kudret ve Rahmetin önünde hayrete, muhabbete, hamde, tesbih ve tazime götürmüyorsa; bunu yapacak kabiliyetlerle donatılmadığı için yapamayan varlıklardan ne farkımız kalır ki? Buna insanlık sancısı diyoruz işte.
Dokuzuncu Söz, insana bu sancıyı çektiriyor. İnsanın Rabbine şuurlu bir mukabelesi ve ubudiyetin çekirdeği, hulasası olan namazı bir yük olmaktan çıkarıyor. Bu fakire göre, namazı insan olarak kalmanın ve devam etmenin olmazsa olmazı noktasına taşıyor. Günün beş vaktinin bize anlattıklarını namazla ihya ediyor yeniden. Sonsuz bir rahmete mazhariyetimizi anlamamızı, bilmemizi ve bu iman düzeyindeki bilmenin ve kabulün amele dönüşmesinin zaruretini kavratıyor insana.
Evet dostlar, bazen yakın arkadaşlardan, çevremizden namazı ihmal edenleri görüyoruz. Âcizane bunu yani namazı eda edememeyi hayal edemiyorum. Vakit gelip de bunun telaşesini yaşayamamak, daha da dehşetlisi namazı eda edememek, bir akıl felci ve ruh ölümüne denk olsa gerek. Namazı, sadece bir dindarlık ölçüsü olarak değil; belki hakkı verilmiş bir namazın ayrıca bir insanlık ölçüsü de olduğunun şuurunu kuşanmak için, Dokuzuncu Sözü ve emsallerini daha bir dikkatli okumak gerekir herhalde.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.