Habibi Nacar YILMAZ
Seksen Sene Yetmeyen Alçak Zihniyete, Yüz Seksen Sene Yeter Mi?
Geçenlerde, değerli kardeşim Şahin Doğan'ın paylaşımlarında yer verdiği bir konuşmasını dinlediğim "ebedü'l abada müteveccih açılmış bir pencere olan kalbi ile dünyada beka isteyen" bir ilahiyat aparatı, ilk Alman Şansölyesi Prens Bismark'ın uzun bir incelemeden sonra: "Ben Kur'an'ı her cihette tetkik ettim. Her kelimesinde büyük hikmetler gördüm." dediği; yine başta İmam-ı Şafi ve binlerce ehl-i tahkik insanların sadece Asr Suresi için: "Başka bir şey nazil olmasa bile, sadece Asr Suresi insanlara yeter." dedikleri Kur'an hakkında: "Devrin itirazları çerçevesinde bir polemik." diye alçakça nitelemede bulundu. Onu dinleyince, her kötü sıfatı hak eden bu aparat hakkında nasıl bir sıfat kullanayım, diye düşündüm. Merhum şairin "Sana alçak diyemem. Çünkü alçak da bir seviyedir. Sen çukursun, çukur." sözü aklıma geldi.
Kur'an'ın değil bir kelâmı, bir harfi için bile bir ömür tüketmek emel ve heyecanını her daim yaşamaya ve yine Kur'an'ın iddiasız, kusurlu bir hadimi olmaya çalışan biri olarak, kahır ve gadab-ı İlâhinin celbine bile vesile olabilecek bu alçakça niteleme sözü, birkaç gece uykumu kaçırdı.
Başta kendi asrına ve sonraki asırlara "tevhid, nübüvvet, haşir, ibadet ve adalet" olmak üzere "yaş ve kuru ne varsa" her mevzuda, en doğru haberleri hem de en mu'ciz şekilde veren ve dost ve düşmanın tasdikiyle kitabullah ünvanını alan Kur'an gibi bir kitap hakkında: "Çok şeyler söylüyor fakat hiçbir şey söylemiyor." gibi bir iftirayı, yüzü kızarmadan söyleyebilen bu adallın, ilahiyatçı niteliği de göz önüne alınırsa, tarih boyunca Kur'an'a yapılan hücum ve bu tip iftiraların en seviyesizi ve terbiyesizi bu sözdür, diyebiliriz. Belki de on dört asırdır dünya kelâm ve söz tarihi, bir ilahiyatçının bu kadar pest ve alçakça bir bakış açısına şahit olmamıştır.
İnsan görünümlü, Allah'ın verdiği iki dudağı da kullanarak, o Zat-ı Zülcelalin kâinatın Halıkı unvanıyla olan hitabını, polemik olarak(haşa) niteleme seviyesizliğini gösteren bu çukur insanı dinleyince, Bakara Suresinin münafıkları peş peşe anlatan âyetleri, hususen:"Halkın imana geldiği gibi, siz de imana gelin, denildiği zaman 'Süfeha takımının imana geldiği gibi, biz de mi imana geleceğiz?' diye cevapta bulunurlar." mealindeki 13. Âyeti de aklıma geldi. Zira, bu aparat, konuşmasının bir yerinde 'avam' diyerek tevhidin ince hakikatlerinden belki haberi olmayarak ya da çok sorgulamadan iman eden ama basiretiyle çoklarına geçmiş, teslimiyeti kuvvetli Kur'an'ın 'iman ettiler' diye tanımladığı ekseriyeti, kendi itirafıyla küçümsüyordu.
Güya sorgulama adına ortaya döktüğü esassız ve ilahiyatçı olmaya bile gerek kalmadan, vasat bir aklın bile anlamakta gecikmeyeceği birkaç hususa da yer verdi ki bunları avamdan kime sorsaydınız, çoğundan onun dalâlete düştüğü noktalarda, alimâne cevaplar alırdınız. Buna şahit olabilecek sorgulamalar yaşamadık, bizzat şahit olmadık değil gerçekten.
Bunca yıl, her saniye bir tercihte bulunarak seçtiği dini, güya altmış yaşlarından sonra sağlamaya çalışmış fakat dinin uzağına, birçok yönüyle küçümsediği avamın fersah fersah gerisine düşmüş bu arkadaş, seksen yaşına kadar yaşamayı garanti etmiş gibi: "Seksen yıllık ömür neye değer olarak yaşanabilir ki?" diye soruyor konuşmasında.
"Bâki Hakiki'nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir saniye bir senedir. Belki O'nun yolunda bir saniye, lâyemuttur." (Sonsuz derecede uzundur) hakikatinden habersiz bu bedbaht, o ömrü ona veren Bâki-i Hakiki'den gaflet ettiği takdirde, değil yüz seksen, bin seksen sene de ömrü olsa, bunun bir saniye değerinde bile olmadığını, yani neticesiz kaldığını; gafletli bir ömrün sonuçta sıfırla çarpıldığından da habersiz. Öyle ya sonu hiçlikle bitecek ömür, değil seksen, bir milyon seksen sene olsa ne yazar?
"Seksen sene ömür, neye değer yaşanabilirmiş?" sualinin arkasında ömrü, hayatı dünyadan ibaret zanneden bir kocaman gaflet ve cehalet yatıyor aslında. Bu tiplere, anne karnındayken sormak mümkün olsaydı, yaşadıkları dokuz aylık süreyi de kısa görüp aynı mealde sorular soracaklardı. Soracaklardı diyorum, çünkü bir müddet sonra kavuşacakları dünya aydınlığından habersizlerdi. Şimdi de ahiretin ebedî hayatına göre anne karnı gibi dar bir âlemden ibaret ve ebedî bir hayatı kazanmak ve ulvî başka gayeler için verilen bu dünya hayatını da hâliyle dar, boğucu, çekilmez ve yaşamaya değer görmüyor.
Gafletli hâlleriyle bakınca pek haksız da sayılmazlar bunlar. Bu tür dillendirmeleri geçen sene üzerinde yazılar da yazdığımız Alman tabiatçı yazar Büchner'in "Madde ve Kuvvet" kitabında da çokça görmüştük. Kitap boyunca, kör kuvvet ile şuursuz tabiatı yaratıcı güç olarak anlatan kitap, geri seviyede bir Risale-i Nur okuyucusu olarak elimde evir çevir olmuş ve bir oyuncağa dönmüştü. Geçen asrın daha gelişmemiş bilgileri üzerine bina edilmiş maddenin ezeliyetini esaslı bir kanun gibi anlatan ve şimdilerde çürütülen bu fikriyle maskaraya dönmüş kitapta "Himalaya da bir çiçeğin ne anlamı var ki yaratılmış olsun?" türünden sualler de vardı.
Bu sözüm ona ilahiyat menşeli ve şimdilerde dinin uzağına düştüğünü ifade eden aparatı dinleyince, mezkûr kitapta geçen o sual de aklıma geldi. Yani "Bir çiçeğin dağ başında birkaç hafta görünmesiyle; bizim bir insan olarak dünyada seksen sene yaşamış olmamızın ne anlamı olabilir?sualleri birbirine bağlı ve birbirini hatıra getirerek iki sual gibi duruyor. Eşyanın yaratılış gayesini sadece "var olmak, lezzetle, rahatla hayat geçirmek" olarak gören, varlığın Allah'a ve hadsiz şuurlu varlıklara bakan mütalaagâh olma,Allah'ın mücazat-ı kudretini teşhir etmek, göstermek görevini anlamayan, bilmeyen, idrâk edemeyen maddeci kafa için, yukarıda dediğimiz gibi hayatın uzunluğu seksen değil milyon seksen de olsa az gelir.
Tüm esaslarını, asırların selim akıllarına tespit ve tasdik ettiren yüce İslam'ın meselelerini "dogma, tartışılmadan kabul edilen" olarak niteleyen bu tiplerin cahilâne bu cüretlerini,âcizâne İslam'ın ter ü tazeliğini hiçbir zaman kaybetmeyen esaslarını, akıl ve vahiyle hiçbir ilgisi kalmamış Hristiyanlıkla karıştırmalarına veriyorum ve bağlıyorum. Yoksa bu tip değerlendirme yapanlara, bağlanacak kadar mecnun desek mi tereddütte kaldım doğrusu.
Evet dostkar, "Din, avamı belki tatmin edebilir. Ama beni tatmin etmedi." diyen bu arkadaş: "Babamın yönlendirmesi ile ilahiyatı seçtim." de diyor. Bundan anlıyorum ki bunca sene, hayatının her saniyesinde iman etmediği bir dinin içinde bulunmuş. Bir nevi ikiyüzlülük yapmış. İlahiyat literatürüne göre ise münafıklık yapmış. Halbuki millet de onu has, seçilmiş anlamında Mustafa; öz anlamında Türk biliyordu. Şimdi, sağını solunu fark edemeyen, şaşkın ve şapşal anlamında bu embesile yeni ad bulma zamanı geldi, geçiyor bile.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.