Hadsiz nimetlere karşı cüz’i şükrümüzle nasıl mukabele edebiliriz
İnsan ancak iman ve İslamiyet ile rububiyet dairesinin genişliğine mukabele edebilir.
Risale Haber - Haber Merkezi:
RisaleHaber-Üniversite seminerinin bu haftaki konusu “Rububiyet” idi. DKM’de gerçekleşen seminere ilgi yoğundu.
Sunumunu Hukuk Fakültesi öğrencisi M.Emin BAYADUR’UN yaptığı seminerde Rububiyetin tanımı, Nokta-i kemal, Terbiye, İsm-i Rab gibi başlıklara yer verilirken seminer dikkatle izlendi.
Seminerine Rububiyetin tanımıyla başlayan Bayadur, “Cenab-ı Hakkın her zaman, her yerde, her mahlûka, muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve malikiyyeti, besleyiciliği ve keyfiyyeti olarak tanımlanmıştır. Bediüzzaman Hazretleri’nin de İşaratü’l-İcaz adlı eserinde Rab ismini tefsir ederken yaptığı tanımın rububiyetin de hülasasını oluşturduğu kanaatindeyim. Buna göre “Cenab-ı Hak, her şey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir. Her şey, o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki manevi bir emir almış gibi, muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-i harekette, onlara yardım eden ve manilerini defeden, şüphesiz Cenab-ı Hakkın terbiyesidir.” dedi.
Rububiyeti üç temel kavram üzerinden anlatmaya çalışan Bayadur, “Bunlar; nokta-i kemal, terbiye, Rab ismi. İlkinden başlamadan önce şunu hususiyetle belirtmeliyim ki buradaki bilgiler Risale-i Nur’da anlatılan rububiyet ile ilgili ve bir deniz kadar ilmi içeren yerlerin belki bir damlasının kendi aynamdaki yansımasıdır. Bu sebeple dersin amacı kesinlikle rububiyeti oldu bittiye getirip bitirmek değil bilakis bu gibi konular hakkında farkındalık uyandırıp daha çok araştırmaya vesile olmaktır. Ve bu ders rububiyete sadece bir giriş.” dedi ve sözlerine şöyle devam etti:
Nokta-i Kemal
Kemal sözcüğü sözlükte “bir şeyin bütün parçalarının tam, yeterli ve yerli yerinde olması” ve “olgunluk, erginlik” diye geçer. Nokta-i kemal, bir şeyin olgunlaşma veya başka bir deyişle kemal olma yolunda varacağı en üst menzildir denilebilir. Bediüzzaman Hazretleri kâinatta her şeyin bir nokta-i kemali olduğunu ve oraya doğru hareket ettiğini; bu hareketin hem tek olarak hem de toplu olarak gerçekleştiğini ifade etmiştir. Risale-i Nurlardan anladığım kadarıyla bu nokta-i kemal genel olarak bütün varlıklar için Allah’ın isimlerini göstermek ve ahirete layık olmaktır. Konuyla ilgili olarak Otuzuncu Sözde geçen zerrelerin hareketlerindeki hikmetler bize ışık tutabilir. Pek çok hikmetlerinden birisi olarak; Cenab-ı Vacib-ül Vücud’un tecelliyat-ı icadiyyesini tecdit ve tazelendirmek, bir tek hakikatı başka başka surette göstermek ve âlemlerin taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ifade edilmiştir. Bir diğeri de her bir zamanda mu’cizat-ı kudretinden yeni yeni bir kâinat göstermek; bir diğeri de sınırlı bir yerde sınırsız nukuşu göstermek, küçük bir sayfada hadsiz manaları ifade eden ayetleri yazmak. İşte bunlar ve diğer hikmetler zerratın hareketlerinin bir nokta-i kemale doğru yöneldiğini bize gösterir. İnsanlarda da nokta-i kemal öyle düşünüyorum ki; taallümle tekemmül edip marifetullaha çıkmaktır. Üstad Hazretleri insanın asıl vazifelerinden birisinin taallümle tekemmül etmek olup; başka yerde de insaniyetin en ali mertebesinin ve en büyük makamının marifetullah olduğuna dikkatimizi çekmiştir. İmam-ı Gazali de insanların fıtratında bir kemal özlemi ve aşkı olduğunu; bunun da durmadan bu yolda ilerlemeye sevk ettiğini belirtir
Terbiye
Terbiye konusuna da değinen Bayadur, “Terbiye, “korumak, ıslah etmek, gözetmek, yükseltmek” anlamındaki rab kökünden türemiş olup “çocuğu ya da ekini besleyip büyütmek” ve “insanda mevcut bütün kabiliyetlerin dikkate alınarak bunların geliştirilmesi ve yönlendirilmesi” manalarında kullanılır. Beyzavi, bir şeyi derece derece geliştirerek kemaline ulaştırmak diye tanımlar. El İsfehani de, bir şeyi en mükemmel derecesine ulaşıncaya kadar adım adım inşa etmenin terbiye olduğunu açıklar. Yeni Lügat’te ise terbiye şöyle açıklanmıştır: Allah’ın emirlerine itaat ederek ruhen ve cismen yükselmeye ve yükseltmeye çalışmak. Said Nursi Hazretleri terbiyenin iki esası olduğunu belirtir. Biri menfaatleri celb, diğeri mazarratı def’etmek. Cenab-ı Hakkın terbiyesi de böyledir. İsimlerinin bir kısmı birinci esasa bakarken, bir kısmı da diğer esasa bakar. Mesela “Rezzak manasına olan ‘er-Rahman’ birinci esasa, Gaffar manasını ifade eden ‘er-Rahim’ ikinci esasa” işaret eder. Benim anladığım kadarıyla Allah’ın Cemali isimleri de aynı şekilde birinci esasa, Celali isimleri ikinci esasa bakar diyebiliriz. Gene de şunu unutmayalım ki bu isimler sadece bu fiillere has değildirler.” dedi.
Kâinatta da hareket eden bütün varlıkların bir intizam içinde olmasını ve hareketlerinin daim olmasını sağlayanın Cenab-ı Hakkın terbiyesi olduğuna dikkat çeken Bayadur, “Bu terbiyeyledir ki kâinattan ta atomlara kadar her şey hiçbir karışıklık çıkarmadan hareketine devam edegelmektedir. Ayrıca kâinatta yaratılan her şeyde terbiyenin iki esasını görebiliriz. Mesela; hayvanlarda, bitkilerde ve atomlarda ve gök cisimlerinde... Hayvan ve bitkilerdeki kendini savunma ve avlanma mekanizmaları; atomlarda ve gök cisimlerinde itme ve çekme kuvvetleri gibi. Bediüzzaman Hazretleri terbiye resuller vasıtasıyla olur derken bence burada insan terbiyesinden bahsedilmektedir. Ayrıca terbiyenin kemali, nimetlerin tevali ve teakubu ile olur.
Cenab-ı Hakkın insana yerleştirdiği üç kuvvenin de terbiyenin bir gereği olduğunu söyleyen Bayadur, “Üstad’ın kendi ifadesiyle “Bu kuvvelerin birincisi: menfaatleri celb ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye. İkincisi: zararlı şeyleri def’ için kuvve-i sebuiye-i gazabiye. Üçüncüsü: nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.” Nefsimiz de kendi terbiyesinin bütün kainatın terbiyesi gibi Allah’ın elinde olduğunu bildiği halde şeytanı bile utandıracak boş sözlerden vazgeçmediğini beyan eden Bediüzzaman, nefsin Rabbini tanıması için açlıkla terbiye edilmesi gerektiğini, orucun bir hikmetinin de bu terbiye olduğunu kaydeder. İnsanları rızık açısından terbiye etmek ve hidayetle gıdalandırmak da rububiyetin işidir. Ayrıca bu ifadeyi Üstadın diğer bir ifadesiyle de bağlayabiliriz: Terbiyenin kemali, nimetlerin tevali ve teakubu ile olur. Yani nimetlerin devamı ve birbirini izlemesi. Ve Allah’ın rızkı kendi üzerine vazife olarak almasının hikmetlerinden biri de bu terbiye olduğunu düşünmekteyim. Cennet ve cehennem, havf ve reca, azap ve rahmet, afv ve ceza da terbiyenin bir gereği olarak vardırlar.” dedi.
İsm-i Rab
Seminerine İsm-i Rab konusuyla devam eden Bayadur şunları söyledi: “Rab, sözlükte sahip, malik, seyyid. Besleyen, yetiştiren, terbiye eden manalarındadır. Hz. İbrahim (a.s) de küçükken annesine ‘benim rabbim kimdir’ diye sormuş. Annesinin ‘benim oğlum’ diye cevabı üzerine Hz. İbrahim’in (a.s) bu sefer ‘peki senin rabbin kimdir’ diye sormuştur. Annesi ‘baban’ deyince Hz. İbrahim’in (a.s) devamını sorması ve ondan sonra başlayan rab arayışı hikayesi bize rab isminin hangi manalarda kullanıldığına örnek olur. Yalnız İslamiyet’ten sonra Rab ismi müstakil olarak sadece Allah için kullanılmaya başlandı. Terbiye eden manasında bir isim kullanılırsa terbiye ettiği yer de belirtilerek kullanılır. Arapçada anneye de evi terbiye eden manasında rabbül beyti denilir. Rab ismi Kur’an-ı Kerim’de sekiz yüz kırk altı defa zikredilmiştir. Bediüzzaman Hazretleride, rab ismini şu şekilde açıklamıştır: رَبِّ: Yani, herbir cüz’ü bir alem mesabesinde bulunan şu alemi bütün eczasıyla terbiye ve yıldızlar hükmünde olan o cüz’lerin zerratını kemal-i intizamla tahrik eder. Bu ifade bize Rab isminin ne kadar geniş bir alanda tecelli ettiğini gösteriyor. Zerrelerden yıldızlara kadar.Çünkü bir zerrenin bir yıldızla ilişkisi vardır. Ve bir mikrop küremiz kadar büyüse ona benzer. Koca çam ağacının fihristesi tohumda saklıdır. İnsan küçük bir kâinattır ve esma-i hüsnadan her birisinin tecelligahı olan herbir âlemden bir örnek, bir numune, insanın cevherinde vedia bırakılmıştır. Kainatta yaratılan her bir parça arasındaki hassas nizam ve intizam ve muvazene-i kâinat tevhidi gösterir. Ehadiyetin tecellisi sırrıyla, en küçük bir zihayat mahlûk, kâinatın bir misali musağğarası ve küçük bir fihriste hükmünde olduğundan; o tek zihayata sahip çıkan, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan zat olabilir. Ve bir çekirdek, hilkatçe bir ağaçtan geri olmadığı ve bir ağaç, küçük bir kainat hükmünde olduğu... herbir zihayat dahi, küçük bir kâinat ve küçük bir âlem hükmünde olduğundan; bu sırr-ı ehadiyet cilvesi, şirk ve iştiraki muhal derecesine indiriyor. Demek bütün yıldızlara sözünü geçiremeyen, bir tek zerreye rububiyetini dinlettiremez. Şimdi Üstadımızın o harika vecizesini hatırlama vaktimiz geldi: “Sivrisineğin gözünü halkeden, Güneş’i dahi o halketmiştir. Pirenin midesini tanzim eden, Manzume-i Şemsiye’yi de o tanzim etmiştir.”
Bize verilen bu külli ve hadsiz nimetlere karşı nasıl şu mahdud ve cüz’i şükrümüzle mukabele edebiliriz diye sorulan soruya Said Nursi Hazretleri, külli bir niyetle, hadsiz bir şükürle cevabını vermiştir. Mesela; Âciz bir abd, namazında "Ettahiyyatü lillah" der. Yani: Bütün mahlukatın hayatlarıyla sana takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir. Nebatatın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir. Hem meselâ: Kavun, kalbinde nüveler suretinde bin niyet eder ki, "Ya Hâlıkım! Senin esma-i hüsnanın nakışlarını yerin birçok yerlerinde ilân etmek isterim." Cenab-ı Hak gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibadet gibi kabul eder. "Mü'minin niyeti, amelinden hayırlıdır." Şu sırra işaret eder. Burada ibadet vazifesinden, namazdan ve miracdaki namaz sözlerinin ifade ettiği kapsayıcılıktan da bahsedilebilr.
İşte insan ancak iman ve İslamiyet ile rububiyet dairesinin genişliğine mukabele edebilir. Ve o Halık’ın bütün tezahür-ü rububiyetine geniş ve külli ubudiyetle mukabele eden ve nev’-i insanın şerefini ve kıymetini ve vazifesini gösteren ve bin mu’cizatıyla tasdik edilen Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, en müntehab mahlûku ve en mükemmel elçisi ve en büyük resulüdür.
Evet, zaten yukarıda bahsettiğimiz diğer kavramlarda, nokta-i kemal ve terbiye, bize Rab ismini tanıttırır. Çünki eserde kemal, fiilin kemaline; fiilin kemali, ismin kemaline; ismin kemali, sıfatın kemaline; sıfatın kemali, şe'nin kemaline; şe'nin kemali, zâtın kemaline hadsen, zarureten, bedaheten delalet eder. Kaidesince kâinattaki eserlerin kemali terbiye fiilinin kemaline, terbiye fiilinin kemali Rab isminin kemaline delil olur. Rab isminin kemali de rububiyet sıfatının kemaline delildir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.