M. Nuri BİNGÖL
Hakikata en doğru şahit tarih
İnsan “en câmi” bir fıtratta yaratıldığından çok zaman mihanikî bir duygu gölünde saklanamıyor. Bazen “sükûnette” bulunduğunuz bir anda “bir kırık çini” bile heyecan veriyor size, tarihî bir hadiseyi hatırlatan mekânı görmek insanı heyecan denizine atıyor.
Cihangîr olduğunuz zamanları, üç kıtada adalet dağıttığınız anları karşınızda görür gibi oluyorsunuz. Malazgirt’te “ Allah, Allah!” nidâlarıyla Anadolu’yu saran zulüm çemberini kırdığınız, “ tevhid” sancağını göklere yükselttiğiniz çağları hayalliyorsunuz.
İnsan, “Bir tane sıdk (doğruluk), bin harman yalanı yakar,” hikmeti gereği, yakın tarihlere gelir çabucak. Tanzimat’ın ilanından sonra üst üste gelen çöküşleri hayal meyal görünce ufukta, kollarınız iki yana düşüyor;düşünüyor, düşünüyorsunuz.
Milletimiz, bu hâle ülkemiz nasıl düştü üç kıta, yedi iklim “hayranlığından ve Latin zulmünden” kurtulduğu için ecdadın atlarının üzengisini öperken?
Dün “Allah, Allah!” diye ses veren dudaklar bugün niçin sus pus? Soruya cevabı kafanızın içi bir yıldız gibi aydınlanarak buluyorsunuz birden. Milletleri galip ya da mağlup, medenî ya da geri, itibarlı ya da itibarsız yapan yegâne unsur: İnsan.
İnsanımıza “hakikî” olarak; eskilerin “zülcenaheyn” dedikleri hem maddî, hem de mânevi, moral yönden kıymet vermiş, ona ne zaman “aslî vazifesini” göstermişsek, o vakit ilerlemiş, terakki etmişizdir. Ne zaman “onu” “aslî olmayan- teferruat” meselelerle meşgul edip, ona “vazife-i asliyesi”ni unutturmuşsak gerilemiş, büyük yıkılışlara ve çöküşlere uğramışızdır.
* **
“Biz ehl-i hal, namzed-i istikbaliz. Tasvir-i müddea bizi meşbu etmiyor, delil ve bürhan isteriz.” hikmetli söz gereği delil mi istersiniz? Bürhan koca bir mâzi, geniş bir “ hakiki vukuatı kaydeden TARİH”!
Çok değil, “Söğüt”te başlayan ve kısa sayılabilecek bir vetire içerisinde “çınar” haline gelmiş hadiseye bakalım. Kırk çadırlık bir aşiretten üç kıtaya yayılmış bir devlet çıkaran o şanlı levha bize ne gösterir?
Meselenin “menakıbnâme” yönünü bir yana bırakacak olursak, “insan olma” şuuruna varmış, kendisinin diğer “mahlukattan” ayrılan yanını görmüş, asıl ve temel vazifesini- misyonunu- anlamış bir İNSAN.
Çünkü mensup olmakla “ şeref bulduğu” ve müşerref olduğumuz Din-i Mübin-i İslam, ona “ Vazifelisin!” demiş; “ Şu koca kâinatı bu düzen ve sanatta yaratan Zât’ı tanımak, sonra da O’na ‘kulluk’ yapmakla vazifelisin!”
Asırlar boyu cemiyet bu şuurda karar kılmış insanlar yetiştirmiş durmuş. “ İnsanlık vazifelerinin ne olduğunu” nesillere aktara aktara Osmanlı ile bütün Doğu milletlerinin de hezimetle tanışacağı günlere kadar gelmiş.
Ya sonra?..
“Mâlumu îlama lüzûm yok.” Herşey ậyan beyan ortada.
Sadece Filistin’in Rahmetlik Lideri Arafat’ın itirafı bile kâfi: “Osmanlı çekildiğinden beri biz perişanız.”
Kudüs’ün hahamlarından birinin cesareti de hakikata temasta: “Bir Osmanlı başçuvuşu bile Kudüs’teki inzibatı daha iyi sağlıyordu!”
“Et-tekraru ahsen…” fehvasınca biz de tekrar soralım. Ya sonra?... “İnsan”ımızın başına birden çok çoraplar örüldü: Batıcılık, “her nevi” ırkçılık, dinde reformculuk, Türkçülük, dünyevileşme… İnsan unutularak şekille uğraşılmaya başlandı.Yeni nesillere asıl vazifesi bildirilmedi, talim ettirilmedi, tanıtılmadı. “ Nereden gelip nereye gideceği” hakkında bilgi verilmedi. Üst üste gelen ve “fakr” hastalığını ziyadeleştiren “bozgun”lar da işin tuzu biberi oldu.
***
İnsanın fıtratının değişmezliği onun vazifeli olduğunun en büyük delili: “Fıtrat yalan söylemez” çünkü…
Sünuhat’taki misal açık: Bir tohum taşları delip yeşilleneceğim dediğinde söylediğini, yani “lisan-ı hal” ile dediğini “şeriat-ı fıtriye” haksız çıkarmayarak ağaca kadar kademe kademe ilerler. Demir elementi, “Beni açık havada nemle temas ettirme, yoksa paslanırım.” Diye tehdit savurmadığı halde pas tutabileceğini idrak ediyoruz elbet.
Adı üzerinde insan. En boşvermiş kişi bile insandışı bir varlığın “adıyla bile” anılmayı istemediğine göre, insanın “eşrefül-mahlukat” olduğuna inanıyor demektir.
Şu çığlık çığlığa ağaçlarda “teyaran” eden rengarenk “arı kuşu” hayat cihetiyle bizden daha iyi yaşıyor; her bakımdan… Ama aklı da yok, tedbir alacak feraseti de… O bize sesiyle “mana-yi harfi” olasıyla hizmetkar, bizse onu tefekkürden bile –bazen- aciz.
Hani 23. Söz’de temsili bir hikaye vardı: “Bir adam, bir hizmetkarına on altın verip ‘Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır’ emreder. İkincisine bin altın verir, bir pusula içinde bazı şeyler yazılı o hizmetkarın cebine koyar, bir pazara gönderir.” şeklinde olan hikayedeki ikinci hizmetçinin sadece iki metre kumaş almak ile vazifelendirildiği neticesine mi varırız?
Demek ki insan, “cedd-i emcedi” olan Ādem (AS) gibi “tavzif” edilmiştir. Dağların bile “haml”inden (yüklenmesinden) imtina ettikleri teklif sırrına muhatap. İnsanımız bu “sırr”ın iktizasını öğrenir ve tatbik de ederse, “mazideki” o muhteşem levhaları yine göz önüne serebilir; kıtalara hak, adalet ve nizam dağıtabilir.
“Nizâm-ı âlem” misyonunun yapılabilmesi için “bilmiyorum başka çıkar yol!”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.