Hakîkî Tevhîd

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالنَّصَارَىٰ وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ                                 

Âyet-i Kerîmenin kısa meâli şöyle:

“Tahkîk, zâhiren îmân edenler veya îmânlarında sebât etmeyenler, muharref olan yahûdîlik dînine girenler, muharref lan Hıristiyanlık dînini kabul edenler ve bâtıl olan Sâbiînlik dînne tâbi olanların îmân ve amelleri geçerli değildir ve onlar ehl-i necât değillerdir. Ancak, münâfıklar nifâkı bırakıp, îmân edenler îmânlarında sebât gösterip, Yahûdîler ve Hıristiyanlar muharref olan (tahrîf edilmiş, değiştirilmiş) Yahûdîlik ve Hıristiyanlık dînini ve Sâbiînler  ( bir dinden diğer bir dîne meyledenler, yıldızlara tapanlar, Hz.Nuh ve Hz. İbrâhîm (as)’ın dîni olan İslâm’ı terk edip şirke ve putperestliğe düşenler) de bâtıl olan Sâbiînlik dînini terk edip başta Hazret-i Muhammed (asm) olmak üzere bütün peygamberlerin ve yine başta Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân olmak üzere bütün İlâhî kitapların beyân ettiği şekilde Allah’a ve ahret gününe îmân ederse; yâni bütün peygamberlere, bütün kitaplara ve semâvî suhûfların asıllarına inanırsa ve sâlih amel işlerse; bunların îmânları ve ameller geçerlidir ve bunlar ehl-i necattırlar. Onlar için Rab’leri katında mükâfatları vardır, onlar üzerinde hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacalardır.” (Bakara, 2/62)

Kînâtın meyvesi,nûru, esâsı, tenmeli, “îmân ve ubûdiyyet-i insâniye” dir. Bunun kabul ve rıza dairesinde olabilmesi ise, semâvî kitapları ve peygamberleri dinlemeye bağlıdır.
Kâinâtın Hâlıkı kullarından iki vazîfe istemektedr :
Birincisi: “Îmân” dır. Îmân ise; Peyamberlerin ve semavî kitapların imânın rükünlerini, özellikle “Allah’a ve ahret gününe îmân” ı bir bütün olarak nasıl ele alıp ders vermiş, ta’rîf etmişlerse, o şekilde inanıp tasdik etmektir. Bunun dışında kalan inançlar bâtıl ve geçersizdir.

Meselâ; “Tevhîd-i İlâhî” den maksat, sâdece tevhîd-i zâtî değildir. İnsan bununla tevhîde girmiş olmaz, aynı zamanda ehl-i necât da olamaz. Bilakis bütün peygamberlerin ve semâvî kitapların insandan  istediği hakîkî tevhîd, “tevhîd-i zât” la birlikte, “tevhîd-i şuûn, tevhîd-i sıfât, tevhîd-i esmâ ve tevhîd-i ef’âl” kısımlarına birden îmân etmektir.
Zât-ı İlâhînin şerîki, şebîhi, misli ve misâli olmadığına îmân etmesi gerektiği gibi, Allah’ın (cc), ef’âl,asmâ, sıfât ve şuûnâtında dahi şerîki, şebîhi, misli ve misâli olmadığını da bilip îmân etmesi gerekir. Gerçek mânada Allah’a îmân bunlarla gerçekleşir. Tevhîdin bu kısımlarında da kendisini şirkten kurtarabilir.

İşte kâfirlerin çoğunluğu, sâdece Allah’ın zâtını kabul edip, tevhîdin sayılan kısımlarında şirke düştükleri için, Kur’ân ve semâvî kitaplar nazarında “müşrik” kabul edilmişlerdir.
Demek ki hakîkî tevhid; peygamberler ve semâvî kitaplar, yukarıda saydığımız tevhîdin kısımlarını nasıl açıklamış ve ne şekilde ders vermişlerse, o şekildedir. O semâvî kitapların dellâlları, mübelliğleri, mütercimleri, baştan sona şu kâinat kitabını nasıl okumuş, nasıl yorumlamış, sırlarını ne şekilde açıklamışlarsa, bizim de o tarzda îmân, itâat  ve ikrarda bulunmamız gerekmektedir ki, sahîh bir inanca erişmiş olalım.

İkincisi: Rabbimizin istediği bir başka görev ise; “Amel-i Salih” dir.
Amel-i sâlih nedir? “ iyi, güzel ve faydalı iş, Allah’ın rızasına uygun amel” dir. Amel-i sâlih;  İlâhî emirlere inkıyâd, Nehiylerinden içtinâb etmekten ibârettir.

Kuran-ı Kerimde, imandan sonra hemen amel-i salihin zikredildiği pek çok âyet dikkati çeker. Bu İlâhî bir irşattır, bir dikkat çekmedir. Allah’a iman eden bir insanın, bu imanını, ibâdet ve kulluk şuuruyla ve Salih amellerle bezenmiş bir hayatla desteklemesi gerektiği konusunda bir İlâhî ikazdır.
Bir amelin sâlih olabilmesi ve Rızâ-yı İlâhî çerçevesinde bulunması için; Allah’ın (cc) kulları için model ve rehber olarak seçtiği peygamberlere ittibâ çerçevesinde yerine getirmek ve o ameli, sırf Allah’ın emri olması hasebiyle ve peygamberlere tebâiyyet niyetiyle yapmak şarttır. Bu niyet ve gaye olmadan işlenen ameller, aslâ sâhîh ameller değildir.
Her türlü ameli bu ölçüye göre  mukayese edebiliriz. Namazlarımız, ezkâr ve tesbîhlerimiz, okumalarımız, yazmalarımız, dinlemelerimiz, v.s hep bu çerçevede değerlendirilmelidir.

Ve   وَقَدِمْنَا إِلَىٰ مَا عَمِلُوا مِنْ عَمَلٍ فَجَعَلْنَاهُ هَبَاءً مَنْثُورًا
 “Onların yaptıları bütün amellerini, dağılmış zerreler hâline getirerek değersiz kılarız “ (Furkân Sûresi,  25/23) âyetinin hükmüyle o amel geçersizdir.
Demek ki geçerli ve kurtarıcı olan, iki dünya saâdetini kazandıran amel, ancak peygamberlerin İlâhî kitaplar vâsıtasıyla bildirdikleri ve ta’rif ettikleri amellerdir.

Başta Son Nebî Hz. Muhammed (asm) olmak üzere, bütün peygamberler, sahîh ve geçerli ameli bildirdikleri ve ders verdikleri halde; hevâ ve heveslerine tâbi olan bir kısım insanların bunlardan yüz çevirerek, görünürde îmân etmiş gibi davranarak yaptıkları ameller, semâvî kitaplar nazarında boş ve geçersizdir.
Yani doğru bir îmân ve sâlih bir amel,  başta Kur’âna ve O’nu teblîğ eden Zât-ı ekmel olmak üzere nübüvvet silsilesini ve ve semâvî kitapları tasdîk etmek sûretiyle kazanılabilir ve ancak böyle bir îmâna sahip olabilen kimse “ehl-i îmân ve ehl-i necât” olabilir.
Kur’ânla birlikte O’nun tebliğcisini, semâvî kitapları ve peygamberleri tasdîk etmekten yüz çevirip, kendi hevâ ve heveslerine, ahbâr ve ruhbânların uydurmalarına inanan  münâfıkların, Yahûdîlerin, Hıristiyanların ve Sâbiînlerin îmân ve amelleri sahîh ve geçerli olmadığından, onlar ehl-i îmân ve ehl-i necât değillerdir.

İşte yazımızın başındaki âyet-i kerime, bu gerçeklerden hareketle, gelecek tâifeleri îmân ve amel-i sâlih dâiresne da’vet edip der ki:
“ Ey dilleriyle îmân edip, kalbleriyle îmân etmeyenler !
Ey peygamberleri tarafından ve semâvî kitaplar vâsıtasıyla, tevhîd-i İlâhînin bütün mertebeleriyle açıklanmasına rağmen, ahiret gününe îmânın nasıl olması gerektiği bildirilmasine rağmen, onların hak ve hakîkat olan dâvasından yüz çevirip kendi karîhalarından Yahûdîlik ve Hıristiyanlık dinlerini îcâd eden  Yahûdî ve Hıristiyanlar! Ey peygamberlerin yolundan sapan Sâbiînler! Sizlerin Allah’a ve ahiret gününeo lan îmân ve i’tikâdınız bâtıl ve geçersizdir. Bu îmân ve ameliniz, sizi saâdet ve selâmet yurdu olan Cennete götüremez, Rızâ-ı İlâhîye vâsıl edemez, ebedî cehennemden kurtaramaz. Çünkü nübüvvet hakîkatına dayanmadınız. Risâlet-i Muhammediyeyi kabû etmediniz. Kur’ân sizi bu bâtıl itikâdınızdan vaz geçmeye da’vet ediyor. Geliniz bu dâveti kabul ediniz ki, Hâlık-ı Rahîm sizi saâdet-i dâreyne mazhar etsin. Dünyevî ve uhrevî korku ve hüzünlerden sizi emîn kılsın. Allah katındaki asıl mükâfat olan Cennet ve cemâlüllah ile müşerref kılmak sûretiyle ebediyen sizi mes’ûd etsin..”

Kur’ân  açık beyânı ile, o tâifelerin önceden sahip bulundukları  îmân ve amellerinin geçersizliğini ortaya koymakta, kurtuluş reçetesini de  nazarlarına sunmaktadır.

Gerçek durum ve vaziyet böyle iken; gizli bir zındıka komitesinin ve o komitenin etkisinde kalanların, bu ve bunun gibi onlarca âyât-ı Kur’âniyeyi yanlış te’vîl edip, Yahûdî ve Hıristiyanların ehl-i necât ve ehl-i Cennet olduğunu iddia etmeleri, dayanaksız ve zikredilen âyetlere ve ma’nalarına taban taban zıt ve bir aldatmacadan ibârettir.

Şunu da ifâde edelim ki; “Muhammedün Resûlullh” kelimesinin “Lâ ilâhe illalah” kelimesine olan delâleti; “Lâ ilâhe illallah” kelimesinin “Muhammedün Resûlullah” kelimesine olan delâletinden daha kuvvetli ve daha fazladır.
Söz Asrın Bedî’inin..
Yazımızı Bediüzaman Hazretlerinin tesbitleriyle bitirelim:
“Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlale "bürhan-ı limmi" denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi eserden müessire olan istidlale de "bürhan-ı inni" denir” (İşârâtü’l-İ’câz, Mukaddime)

Yani Kelime-i Tevhîd’in birincisi, ikincisine bürhân-ı limmîdir; ikincisi, birincisine (Lâ ilâhe illallah) bürhân-ı innîdir.
“Bu kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahid-i sadıktır ve birbirini tezkiye eder. Evet, ulûhiyet nübüvvete  bürhan-ı limmîdir. Muhammed Aleyhisselâm, Sâni-i Zülcelâle zâtıyla ve lisanıyla bürhan-ı innîdir.” (Muhâkemât, Onikinci Mesele)
“…Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır, bütün enbiyanın vârisidir. Elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necât yolu olamaz. Umûm ehl-i marifetin ve tahkîkin imamları, Sadî-i Şirâzî gibi derler:….”(Mektûbât, 26. Mektup, 4.mebhas)

“..Fakat Peygamberi işiten ve dâvâsını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenâb-ı Hakkı tanımaz. Onun hakkında yalnız     kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünkü o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilâne adem-i kabul değil; belki o kabul-ü ademdir ve o inkârdır. Mu’cizâtıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nûra mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz.“ (Mektûbât, 26. Mektup, 4.mebhas)
İnşâallah bir başka yazıda buluşmak üzere…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum