Halil makamındakiler ve haliliyet mesleği

Eser müessire ve deve tersi deveye işaret ve delalet ettiği gibi esasında büyük mutasavvıflara göre velilere verilen veya onlarda tezahür eden kerametler de peygamberlerin mucizelerine delalet eder. Veya kerametler mucizelerin eczaları hükmündedir.  Keza büyük velilerin sözleri de hadislerin veya ayetlerin teraşşuhatı kabilindendir. (1) Sufiler, velinin kerametin tabi olduğu peygamberin mucizesine delalet ettiğini ifade ederler. Hatta İmam Rabbani bütün peygamberlerin mucizelerinin ve makamlarının sonuçta Risalet-i Ahmediyeye ve velayet-i Ahmediyeye ulaştığını ve dayandığını ve alt mertebeler şeklinde onu yansıttıklarını ifade eder. Lakin yine de bazı peygamberlerin cüziyatta daha efdal ve faziletli olabileceklerini de reddetmez. Zira hadisler bunu ortaya koymaktadır.  Sözgelimi, peygamberimiz kendisini Yunus Aleyhisselam’dan daha faziletli görenleri susturmuştur. Yakalayıp  Mescid-i Nebevi’nin direğine bağladığı bir ecinniyi Hazreti Süleyman’ın onlar üzerindeki tasarrufu hürmetine serbest bırakması ve Tur-u Sina’da Hazreti Musa’nın sarsılması ve bununla  bütün peygamberlere arız olacak kıyamet sarsılmasından muafiyet kasbetmesi, cüziyatta bazı peygamberlerin rüçhaniyetini ifade eder. Lakin bu hususi makamlar külli makamın önüne geçmez. 

Bir başka ifadeyle, hadis diliyle peygamberler bir binayı tamamlayan cüzler ve tuğlalar hükmündedirler.  Ve Hazret-i Muhammed Mustafa (S.A.V.) bu nübüvvet binasının tamamlayıcı son taşı/tuğlası olmuştur.

İmam Rabbani Hazretleri makamlar arasında Hazreti İbrahim Aleyhisselam’a asaleten tevdi edilen haliliyet makamına özel bir önem atfeder.  Hazreti İbrahim’le birlikte başlayan bu meslek Velayet-i Ahmediye üzerinden geçerek İmam Rabbani’ye vasıl olur. İmam Rabbani’den sonra Bediüzzaman da mesleğini haliliyet üzerine bina eder.  Meslek haliliyet meşrep ise hillettir. Bunu şöyle beyan eder: ’Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder.’’

İmam Rabbani asaleten bu makamı Hazreti-i İbrahim’in temsil etmesine rağmen velayet-i Ahmediye’de bu makamın daha da parladığını lakin peygamberimizin nübüvvet dairesindeki görev ve hizmetleri  nedeni ve de mizacı itibarıyla bu makamda yoğunlaşmadığını ve cüz-i olarak bu görevi kendilerinin deruhte etmelerine izin verdiklerini beyan etmiştir.  Bununla birlikte bu makamı temsil etmelerinin onlar namına olduğunu ve dolayısıyla bu makamla iştigalleri nedeniyle Hazreti Peygambere rakip veya faik olmadıkların ve bu makama ilgilerinin tebeiyet  bağlamında olduğunu beyan eder. Keza bazı mektuplarında Hazreti Musa Aleyhisselam’ın muhibbiyet ( sevme) makamında olduğunu buna mukabil Hazreti peygamberin ise mahbubiyet ( sevilme ve naz) makamını temsil ettiğini ifade etmiştir.  Sabahat mertebesini aşmadan ve bütün velayet-i İbrahimiye makamlarını geçmeden melahat veya velayet-i Muhammediyeye ulaşmanın mümkün olmadığını da beyan eder. Bu velayetlerin altyapısı İbrahimi ve üst yapısı ise Muhammedidir. Bundan dolayı teşehhütte hem Hazreti İbrahim hem de Hazreti Peygambere ve aline selatu selam vardır. Hazreti peygamberin kendisine tabi olmak kaydıyla(tebeiyet) bu makamı ümmetinden birisinin deruhte etmesine izin verdiğini ifade etmektedir.  İmam Rabbani zımni olarak bu kişinin kendisi olduğunu beyan ve ifade eder. 

İmam Rabbani hazretleri her velinin velayetinin bağlı bulunduğu Hazreti Peygamberin velayetinin bir parçası olduğunu a kaydeder. İmam Şafii Hazretleri de ümmetinden bir kimsenin işlediği hayır işlerinde mutlak olarak Hazreti Peygamberin bir payı olduğunu beyan eder. İmam Rabbani Hazretleri bunu ispat sadedinde ‘men senne  sünneten haseneten felehu ecruha ve ecru men amile biha’ hadisini delil getirir. Yani iyi bir çığır açan o çığırdan dolayı daima hissedar ve hissemend olmaktadır.  Çığırda yürüyen de çığırı açan da hayırdan nasip sahibi olmaktadır. Dolayasıyla peygamberlerin açtığı çığırdan yürüyenler hem kendileri pay sahibi olmakta hem de bağlı oldukları Peygamberlere pay gitmektedir.  Bediüzzaman buna daha geniş dairesiyle birlikte şirket-i maneviye der.

Bediüzzaman keza İmam Rabbani’nin izinden giderek nübüvvet ile velayet arasındaki meratibi, tali bir seviyede şeriatı temsil eden fukaha ve mezhep imamları ile velayet-i temsil eden tarikat erbabı arasındaki fazilet kıyaslamasına da yansıtır. Bu Suyuti’nin Cem’ül cevami’deki  ifadelerine de uygunluk arz eder.   Bediüzzaman bu hususta şunları dermeyan eder:

“Üçüncü Sualiniz: Başta müçtehidîn-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarikatlerin şahları, aktabları mı efdaldir?

Elcevap: Umum müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Mâlik, Şâfiî, Ahmed ibni Hanbel şahların, aktabların fevkindedirler. Fakat hususî faziletlerde Şah-ı Geylânî gibi bazı harika kutuplar, bir cihette daha parlak makama sahiptirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır. Hem tarikat şahlarının bir kısmı müçtehidlerdendir. Onun için, umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdîden sonra en efdallerdir denilir.” Belki de bundan dolayı Suyuti’nin akranları onun mücedditlik payesine itiraz etmeseler de müçtehitlik payesine şiddetle karşı çıkmışlardır. Bunun bir nedeni de hicri dördüncü ve beşinci asırdan itibaren mutlak müçtehit olmadığı kanaatinin yaygınlaşması da olabilir.

İmam Rabbani’nin Mektubat’ında velilerin kerametlerinin peygamberin mucizelerinin bir cüzi ve uzantısı olduğunu söylemesininin izlerini Risale-i Nurda da bulmaktayız:  “Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan’ı (r.a.) kemâl-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle, Hazret-i Hasan’dan (r.a.) teselsül eden nuranî nesl-i mübarekinden, Gavs-ı Âzam olan Şah-ı Geylânî gibi pek çok mehdî-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş. Ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş.”

“Tevhidin bir bürhan-ı nâtıkı olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm risâlet ve velâyet cenahlarıyla, yani kendinden evvel bütün enbiyânın tevâtürle icmâlarını ve ondan sonraki bütün evliyânın ve asfiyânın icmâkârâne tevâtürlerini tazammun eden bir kuvvetle, bütün hayatında, bütün kuvvetiyle vahdâniyeti gösterip, ilân etmiş ve âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nurânî bir pencereyi, mârifetullâha açmıştır. İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbânî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylânî gibi milyonlar muhakkikîn-i asfiyâ ve sıddîkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar. Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı? Ve onu itham edip, bu pencereden bakmayanın aklı var mı? Haydi, sen söyle." (2)

1-Atiyyetü’l Vehhab al Fasiletu Beyne’l Hatei ve’s Sevab, s: 92, Mebde ve Mead’ın devamında, Daru’l Kütüb el İlmiyye. Beyrut
2-Otuz Üçüncü Söz - Sayfa 939

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.