Hazret-i Hasan’ın Halifeliği Risale-i Nur’la devam ediyor

Hazret-i Hasan’ın Halifeliği Risale-i Nur’la devam ediyor

Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan’ın bir manevî veledidir

Veli Sırım'ın yazısı:

Hazret-i Hasan, iki cihan serveri Resulullah Efendimizin (a.s.m.) “reyhânesi”... Babası Hazret-i Ali (kerremallâhü veche) o dünyaya geldiğinde ilk olarak “Harb” ismini vermiş, ama dedesi Efendimiz (a.s.m.) bu ismi beğenmemiş ve “Hasan” olarak değiştirmişti.

Resulullah (a.s.m.) onu ve diğer torunu Hazret-i Hüseyin’i (r.a.) çok seviyordu. Bu sevgisini hayatı boyunca her fırsatta göstermekten ve dile getirmekten asla çekinmedi. “Allah’ım ben bu ikisini seviyorum, sen de sev” (Tirmizî, Menâkıb, 31) diye dualar etti.

Hazret-i Hasan (r.a.) dedesi gibi hep sulh tarafını tercih etti. Bu yöndeki en önemli tercihini de, sadece altı ay süren halifeliğini sırf Müslüman kanının dökülmesini önleyebilmek için Hazret-i Muaviye’ye teslim etmek suretiyle göstermiş oldu. Onun bu tercihi aynı zamanda Resulullah Efendimizin (a.s.m.) henüz o küçük bir çocukken verdiği şu haberin tasdiki olmuştu:
“Hiç şüphe yok ki, bu oğlum bir şehittir. Umulur ki, Allah onun sayesinde iki büyük mü’min grubunu barıştıracak.” (Buharî, Fiten, 20)

Bediüzzaman bu hakikate şöyle işaret eder:
“İşte, kırk sene sonra İslam’ın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan radıyallahü anh, Hazret-i Muaviye (r.a.) ile musalaha edip, cedd-i emcedinin mucize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.” (Mektubat, s. 98)

Bediüzzaman On Dokuzuncu Mektup’ta şu iki hadis-i şerife yer verir:
“Hilafet benden sonra otuz sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacaktır.” “Bu iş nübüvvet ve rahmetle başladı, sonra rahmet ve hilafet halini alacak, sonra saltanat şekline girecek, sonra da ceberut ve fesad-ı ümmet meydan alacak.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5:220, 221; 4:273)

Özellikle ilk hadis-i şerifte halifeliğin ne kadar süreceğiyle bağlantılı verilen otuz yıllık müddetle ilgili olarak Bediüzzaman “Hazret-i Hasan’ın altı ay hilafetiyle, Ciharyâr-ı Güzin’in (Hulefa-i Raşidin’in) zaman-ı hilafetleri” açıklamasında bulunur. Hemen ardından da,  bu dönemi takiben hilafetin saltanat şekline gireceği, ardından “o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet” çıkacağı yorumunu yapar.
 
Hazret-i Hasan çizgisi ve Risale-i Nur

Üstad Bediüzzaman, Şuâlar isimli eserinde (On Dördüncü Şuâ’da) 1948 yılında 50 Nur talebesiyle birlikte çıkarıldığı Afyon Ağır ceza Mahkemesi’nde kendisine yöneltilen bazı suçlamalara cevap verir. Bunlardan birisi de, yukarıda aktardığımız hilafetin süresi ve ardından geleceğini haber verdiği “ceberut” dönemiyle alakalı yöneltilen suçlamadır. Bediüzzaman, iddianamede geçen “Said bir risalede demiş: Hilafetten sonra ceberut ve fesat olacak” suçlamasına şöyle cevap verir:

“Ey sathî heyet! Bir işaret-i gaybiyede, bu zamanımızda maddî ve manevî en büyük bir fesad-ı beşerîyi ve zemini zîr-ü zeber eden bir hadiseyi haber veren bir hadisin i’cazını beyan etmeyi suç sayan, maddeten ve manen suçludur!”

Bu cevapta mahkeme heyetinin sathî ve yüzeysel yaklaşımını eleştiren Bediüzzaman, bir yandan da 3 Mart 1924’te halifeliğin bilfiil kaldırılması olayına da bu hadisin bir cihetle baktığına dair imada bulunmaktadır.

Aslında Bediüzzaman’ın burada imaen dile getirdiği nokta, bir başka risalede farklı bir yönden çok açık ifadelerde dile getirilmiştir.

Emirdağ Lahikası’nda geçen bir mektubunda Bediüzzaman, Risale-i Nur’un özellikle iman hakikatlerini neşretme gayesini taşımasına vurgu yaparak halifeliği altı ay gibi kısa süren Hazret-i Hasan’ın (r.a.) hilafetini devam ettirme misyonuna sahip olduğunu dile getirir. Üstad Bediüzzaman şöyle der:

“Hazret-i Hasan radıyallahu anhın altı aylık hilafetiyle beraber Risale-i Nur’un Cevşenü’l-Kebir’den ve Celcelutiye’den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan radıyallahu anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz.”
 
“Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan’ın bir manevî veledidir”

Bediüzzaman, pek çok mektubunda dile getirdiği gibi, kendi şahsından ziyade Risale-i Nur’u bir “şahs-ı manevî” olarak ortaya koyar ve bu manevî şahsiyetin önemine bir kez daha vurgu yapar:
“Çünkü, adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mesut edebilir bir istidatta bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan radıyallahu anhın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmündedir.”

Görüldüğü gibi Bediüzzaman, Hazret-i Hasan (r.a.) zamanında yaşanan, maddî ve manevî hayatı çalkantılarla sarsan gelişmelerle Risale-i Nur’un zuhur ettiği dönemde yaşanan olaylar arasında bir bağ kurmaktadır. Bu bağ ve benzer yönlerden birisi de takip edilen yol ve tarzda kendini gösterir. Zira Hazret-i Hasan (r.a.) da manevî saltanatı maddî saltanata, yani saltanata dönüşen halifeliğe tercih etmiştir. Risale-i Nur’un temel gayesi de, ahirzamandaki Müslümanların kalplerindeki imanlarını takviye ederek manevî kurtuluşa ermelerine vesile olmaktır.

Bediüzzaman aynı mektubunu şu satırlarla tamamlar:
“Madem bu zamanda, her şeyin fevkinde hizmet-i imaniye bir kudsî vazifedir; hem kemiyet keyfiyete nispeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri ebedî, daimî, sabit hizmet-i imaniyeye nispeten ehemmiyetsizdir, mikyas olmaz. Risale-i Nur’un, talimatı dairesinde bize bahşettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddimden fazla fevkalade hüsn-ü zan ile müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalade sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lazımdır; onda terakki etmeliyiz.”
 
Risale-i Nur, iki büyük tehlikenin def’i için mücadele ediyor

Emirdağ Lahikası isimli eserde Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur’un iki büyük tehlikenin def’i için mücadele ettiğini söyler. Bu iki büyük tehlikeyi ve Risale-i Nur’un üstlendiği misyonu şöyle ifade eder:

“Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeye çalışan anarşiliğe karşı set çekmek.
İkincisi: Üç yüz elli milyon Müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.”

Bu önemli misyonla alakalı olarak Risale-i Nur Külliyatı’nın muhtelif yerlerinde benzer ifadelere rastlamaktayız. Her birisinde Risale-i Nur’un gördüğü vazifenin ehemmiyeti vurgulanırken, Nur talebelerine de bu yönde önemli sorumluluklar yüklenmektedir.
Bunlarla birlikte Bediüzzaman, Kur’an-ı Kerim’in bu asra bakan bir tefsiri olan Risale-i Nur’un kudsî kaynaklarını sayarken Kur’an ve Sünnet’in hemen ardından çoğu zaman Hazret-i Ali (r.a.) ve Âl-i Beyt silsilesini zikreder.

Bazı örnekler verelim:
“Risale-i Nur şakirtlerinin en büyük üstadı, Peygamber’den (a.s.m.) sonra Celcelutiye’nin şehadetiyle İmam-ı Ali radıyallahu anhtır.” (Emirdağ Lahikası, 70)

“Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a Celcelutiye kasidesinde rumuzlu işaretiyle pek çok alakadarlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede hususi üstadım, İmam-ı Ali’dir (r.a.). Ve ‘De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi, yani Ehl-i Beyt’ime muhabbettir’ (Şûrâ Suresi, 42:23) ayetinin nassıyla, Âl-i Beyt’in muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır.” (Emirdağ Lahikası, 177)

“Yeni Said’in hususi üstadı olan İmam-ı Rabbanî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Gazalî, Zeynelabidin (r.a.) hususan Cevşenü’l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali kerremallahü vecheden aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü’l-Kebir ile daima onlara manevî irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.” (Emirdağ Lahikası, 182)
 
Hazret-i Hasan’ın tavrı ve “müspet hareket” metodu

Hazret-i Hasan (r.a.) hilafet makamından vazgeçmek pahasına barışı, kardeşliği ve fitnenin yok edilmesini tercih etmiş ve bu tavrıyla Peygamber Efendimizin (a.s.m.) “Allah onun sayesinde iki büyük mü’min grubunu barıştıracak” müjdesine mazhar olmuştu. Aslında nebevî bir mucizeye mazhariyet olan bu hadisenin tahakkuku, yaklaşık on üç asır sonra telifi başlayan Risale-i Nur’un en temel hareket düsturlarından “müspet hareket” esasına da kuvvetle işaret eder.

Bu esasın da esasını elbette Kur’an ve Hadis teşkil etmektedir. Bu öyle bir esastır ki, ihtilafta bile müspet yaklaşımı öngörür. “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:64) hadis-i şerifini bu açıdan ele alan Bediüzzaman, “Hadisteki ihtilaf ise, müspet ihtilaftır. Yani, her biri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır” açıklamasını yapar. Ardından da “Çünkü birbiriyle boğuşanlar müspet hareket edemezler” diyerek Muaviye’nin ordusuyla kanlı bir savaşın eşiğinden dönüp sulhu seçen Hazret-i Hasan’ın (r.a.) izinden gittiğini gösterir.

Müspet hareket düsturu, Hazret-i Hasan’dan sonraki dönemlerde, pek çok İslamî kesimce yer yer yanlış anlaşılıp yanlış uygulanan “cihat” kavramını olması gereken yere yerleştirmektedir. “Allah yolunda cihat” adı altında, İslam ve Allah adına Müslümanlara her türlü zulmü ve vahşeti reva görenlerin ne kadar yanlış ve sapma içinde olduğunu gösterir.

Üstad Bediüzzaman dâhil ve hariçteki mücadelenin, en geniş karşılığıyla cihadın çerçevesini şöyle çizer:
“Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müspet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihat başka, dâhildeki cihat başkadır.”
 
“Dâhilde asayişi muhafaza için müspet hareket edeceğiz”
Bediüzzaman’ın bu yorumu, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) Muaviye karşısında sergilediği tavrın da aslında “dâhildeki cihad”a çok açık ve aslında gelecek bütün asırlara ışık tutacak bir örnek olduğunu da göstermektedir. Bu örneği kendine rehber edinen Bediüzzaman işte tam da bu yüzden pek çok risalesinde ısrarla “müspet hareket” üzerinde durur ve onun nasıl olacağını uygulamalı olarak ortaya koyar. “Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müspet hareket edeceğiz” dedikten sonra, bu asırda yaşanan gelişmeler doğrultusunda “Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark pek azimdir” tespitinde bulunur. (Emirdağ Lahikası, 456)

Müspet hareket düsturunun bir diğer yansıması, yüzde yüz halisane “ihlas”tır. Amellerde sadece ve sadece Allah’ın rızasını beklemektir. Bu yüzden Bediüzzaman ve Nur talebeleri hizmetlerinin karşılığında herhangi bir dünyevî karşılık, güç ve nüfuz elde etme çabası içinde değillerdir.

Nur talebeleri ihlas düsturundan hareketle, kendilerine karşı yöneltilen her türlü baskı, zulüm, tahkir ve tazyiklere karşı da yine müspet hareket doğrultusunda karşılık verirler. Risale-i Nur’u okuyanların sayıları milyonları dahi bulsa, bu gücü asla başkalarını cezalandırma maksadıyla kullanmazlar. Üstad Bediüzzaman şöyle der:

“…Zamanın ilcaatıyla zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek ‘Zaruret var’ zannıyla hareket eden o biçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dâhilde sarf etmiyoruz. Biçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum halde, şimdi milyonlar Nur talebesi olduğu halde, yine müspet hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.

Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müspet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.” (Emirdağ Lahikası, 456)
 
RİSALE-İ NUR, ÂL-İ BEYT ÇİZGİSİNİN BU ASIRDAKİ TEMSİLCİSİDİR

Halifelik, Resulullah Efendimizin yüklendiği risalet misyonunun devamını ifade eden bir unvandır. Ancak Hulefa-i Raşidin’in ardından bu unvan gerçek hüviyetini kaybetti ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle saltanata inkılap etti.

Halifeliğin asliyetini koruduğu dönem, tıpkı Peygamber Efendimizin bir mucize olarak haber verdiği gibi sadece otuz sene sürdü. Bu kısa süre zarfında, özellikle Hazret-i Osman (r.a.) ve Hazret-i Ali’nin (r.a.) halifelikleri döneminde yaşanan büyük çalkantılar, savaşlar ve kanlı hadiseler boyunca Resulullah’ın rahle-i tedrisinde bulunmuş bu yüce insanlar “adalet-i mahza” çizgisinden asla şaşmama kararlılığını sergilediler. Bu kararlılığın son halkası, Hulefa-i Raşidin’in beşincisi Hazret-i Hasan (r.a.) oldu. Bu çizgiden şaşmama adına gerektiğinde canlarını feda ettiler; gerektiğinde tıpkı Hazret-i Hasan gibi halifelik makamından vazgeçtiler.

Kudsî kaynakları başta Kur’an ve Sünnet olan Risale-i Nur, Âl-i Beyt çizgisinin bu asırdaki temsilcisidir. Kendini okuyan herkese iman-ı tahkikî dersini vermek suretiyle, manevî saltanata ermenin yollarını gösterir.

Risale-i Nur, ihlas düsturunu tavizsiz rehber edinen başta müellifi Bediüzzaman Said Nursî olmak üzere, şahısları, fertleri değil, şahs-ı manevîyi esas alır. O şahs-ı manevî ise bu asırda ve kıyamete kadar sürecek olan zaman boyunca Hazret-i Hasan’ın (r.a.) kısa süren halifeliğinin bir nevî devamı mahiyetindedir.

Risale-i Nur’un en belirgin düsturu olan “müspet hareket” esası, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) halifelikten vazgeçme fedakârlığının bu asra bakan bir yansıması gibidir. Zira Hazret-i Hasan, cihat kavramının dâhili mücadelelerde müspet hareket düsturuyla uygulanabileceği, Müslümanların can, mal ve kanlarının ancak bu düstur sayesinde emniyete alınabileceğini bu tercihiyle göstermiş; kendinden sonra asırlar boyu sürebilecek fitnelerin, cinayet ve ihtilafların önünü almıştır.

Moral Dünyası

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum