Hz. Ali’den (r.a.) Hafız Ali’ye bir “Muhabbet Açmazı”

Hz. Ali’den (r.a.) Hafız Ali’ye bir “Muhabbet Açmazı”

Aşkullah Yazıları: 3

Bediüzzaman Hazretlerinin “Risale-i Nur dava değil, dava içinde bir bürhandır” şeklindeki tespitinin uzun bir süre ne anlama geldiğini anlayamadım. Anlayamadığımı anlamadığımı da çok sonra fark ettim.

Kendi adıma Risaleyi anlama konusunda meseleye hayli “Bektaşi” kaldım. Hikayeyi bilirsiniz. Bektaşi’ye “Niye namaz kılmıyorsun?” dediklerinde, o da “Kur’ân’da ‘Sakın ha namaza yaklaşmayın’ deniyor, onun için namaz kılmıyorum” demiş. Yanındakiler “Kur’ân sarhoş iken namaza yaklaşmayın” diyor deyince, Bektaşi “Ben hafız değilim, orasını bilmem” demiş.

Risalenin bazı bölümlerine karşı uzun bir süre böyle bir “bektaşi kalma” talihsizliği yaşadım. Risalenin “dava”dan ziyade “dava içinde bir bürhan” olduğunu çok geç fark ettim. Risaleye ve Üstada karşı muhatap olmak yerine muhabbet etmeyi tercih ettiğim için bu süre içinde ihtimal ki bu muhabbet yüzünden Risaleye muhatap olarak onu anlayabilecek, dolayısıyla benden daha güzel iman ve Kur’ân hizmeti yapabilecek bazı arkadaşlarımı kaybettim. Benim yaşadığım bu “muhabbet vartasını” benim gibi bir çok kişinin, kendi meslek, meşrep veya cemaati içinde yaşadığını tahmin edebiliyorum.

Her ne kadar Yunus Emre “Ben gelmedim dava için / Benim işim muhabbet (sevi) için” dese de hemen hepimizde çoğu kere muhabbet bir noktadan sonra bir “dava”ya dönüşüyor. Sevdiğimizi yüceltiyor, ona hak ettiğinden daha fazla öyle bir değer veriyoruz. Ona muhatap olmaksızın öyle bir muhabbetle bağlanıyoruz ki bir zaman sonra sevdiğimiz kişi bizim için bir “dava” haline dönüşüyor.

İş “dava”lık olunca sık sık “nefsi müdafaa” adı altında kendi nefsimizi dava içine katıyoruz. Bir zaman sonra nefsimizi de davanın bir parçası haline getiriyoruz. Dava konusu kişiye yapılan eleştiri, tenkit ya da ikazları kendimize yapılmış gibi algılıyor, buna göre tepkiler veriyoruz. Nefsimizin kusurlarını, hatalarını, hırslarını, ihtiraslarını, asabiyetlerini, açmazlarını muhabbet ettiğimiz Üstad ile ilişkilendirerek kendimizi temize çıkarmaya çalışıyoruz. “Üstad da böyle yaparmış”, “Üstad da böyle biriymiş”, “Üstad da sigara içmiş”,“Üstad da böyleymiş; o da asabiymiş...” gibi ifadeleri fütursuzca kullanmaktan çekinmiyoruz.

Bu yetmediği gibi muhatabımızın sevmediğimiz hal, hareket ve düşüncelerini Üstaddan yaptığımız konuyla pek de ilgisi olmayan alıntılarla ve bu alıntılara dayalı yorumlar ile eleştirerek Üstadın ısrarla üzerinde durduğu ihlas ve  uhuvvet prensiplerine muhalefet ediyoruz.

Bazen muhabbet ettiğimiz kişinin ikamesi, alternatifi veya rakibi olarak sunulan kişiler karşımıza çıktığı zaman ya karşımızdakini mutlak bir yokluğa mahkum ediyoruz veya muhatabımızı kendisine muhabbet etmesini beklediğimiz kişiden uzaklaştırıyoruz. Ona muhabbet ettireyim derken muhabbet ettiğimiz kişiye karşı onda bir adavet (düşmanlık), kin, kızgınlık, -belki biraz daha masumca- kırgınlık oluşturuyoruz. İşte muhabbet bir “varta”, bir “açmaz” olarak tam burada karşımıza çıkıyor.

Muhabbet bir varta olarak karşımıza ilk önce Hz. İsa meselesinde çıkıyor. İsa Peygambere muhatap olmak yerine ona ifrat derecesinde muhabbet ederek, bir nevi ilahlık atfedenlere mukabil bir kısım insanlar da bu muhabbete adavetle karşılık vererek onun Peygamberliğini dahi reddetmişlerdi.

Muhabbet İslam tarihinde bir varta olarak ilk önce Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) arasındaki ilişkide kendini gösteriyor. Hz. İsa (a.s.) meselesinde olduğu gibi Hz. Ali (r.a.) meselesinde de muhabbet dengesi kurulamıyor. Bir kısım insanlar ölçüsüz bir şekilde ifrat derecesinde, üstelik Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Ömer’in (r.a.) değerini tahfif edercesine bir muhabbetle Hz. Ali’ye (r.a.) Peygamberane bir değer atfederek sonu bizce meçhul bir serüvenin içine daldılar, dalıyorlar.

Benzer bir açmaz Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Muaviye (r.a.) arasındaki iktidar mücadelesinde karşımıza çıkıyor. Bu meselede içtihat ve kader-i ilahiyi anlamaya çalışmak yerine, Hz. Ali’ye (r.a.) öyle bir muhabbet ediyoruz ki, bir sahabe olan Hz. Muaviye’ye (r.a.) “Muaviye” şeklinde ismiyle hitap edecek kadar tahfif ediyoruz.

Günümüzde, muhabbetin işe nefsimizi katarak dava adı altında bir varta olarak karşımıza çıktığı ilk ve en bariz örnek siyaset ve İslam tartışmaları. Bu tartışmalar dini/ Kur’ân’ı siyasete alet etmek ile siyaseti dine/Kur’ân’a alet etmek veya Kur’ân’ı savunmak ile kendimizi Kur’ân’la savunmak şeklinde gerçekleşiyor.

Kendi siyasi görüşümüzün doğruluğunu ispat etmek için Kur’ân’dan hükümler getirirken, değişen konjonktür içinde çıkan tartışma ve kavgalarda Kur’ân’ı savunmak yerine Kur’ân’la kendimizi savunur pozisyona düşerek, gerçekten de dini siyasete alet ediyoruz. Kur’ân’ı baş göz üstüne koymak yerine, başımıza gelen darbelerden korunmak için başımıza Kur’ân koyar hale geliyoruz. Bunun en büyük zararını bir kısım, belki de büyük bir kısım müminin bize karşı küsmesi şeklinde görüyoruz.

Evet muhabbet ettiğimiz şeyi bir süre sonra davaya dönüştürüyoruz. Davaya dönüşen bu şeyin içine kendi nefsimize karşı muhabbeti de ekleyerek bir çok samimi kişinin bize ve muhabbet ettiğimiz kişiye adavet etmesine, düşmanlık göstermesine, bu olmasa bile kızmasına, küsmesine, kırılmasına neden oluyoruz. Bu yetmediği gibi bu insanlar dışındaki bir kısım insanların nezdinde Kur’ân’ı sevimsizleştiriyor, diğer bir kısım insanların da muhabbet edip muhatap olmaya çalıştığımız Kur’ân’a alenen veya gizliden gizliye adavet beslenmesine neden oluyoruz

Bir diğer muhabbet açmazı da Hz. Ali, (r.a.) ile Hz. Muaviye (r.a.) arasındaki iktidar mücadelesinden hareketle günümüz meselelerine çözüm ararken ortaya çıkıyor. Her halükarda, bize göre, bizim muhatap olamadan muhabbet ederek dava haline getirdiğimiz mesleğimiz, meşrebimiz, üstadımız Hz. Ali yolunu takip etmektedir ve karşımızdaki kişi/ler ise “Muaviye” yolunu izlemektedir. Dolayısıyla onlar hata etmektedirler; biz ise isabet etmekteyizdir.

Bizlerin Hz Ali (r.a.) meşrebin de gittiğimiz iddiası isabetli bir yorum olsa bile bu iddia ve davamız ile karşımızdakini bir imtihan ile baş başa bıraktığımızın farkında bile değilizdir. Biz “dava”mıza Hz Ali’den deliller getirirken karşımızdakinin bizim bu iddiamız üzerine nefsine yenilerek Hz. Ali’ye (r.a.) muhatabiyetini ve muhabbetini sorgular hale geldiğini hiç aklımıza getirmeyiz. Kendimize Hz Ali vasıtasıyla muhabbet sağlamaya çalışırken karşımızdakinin bize ve Hz Ali’ye (r.a.) adavet etmesine neden olduğumuzun nasıl da farkına varamayız.

Risale camiası içindeki en önemli muhabbet açmazlarından biri Hafız Ali ağabey ile Hüsrev ağabey  arasında -geçen bunca zamana rağmen- “taraf olma” handikapıdır. Hz.Ali (r.a.) ve Hz. Muaviye (r.a.) meselesinde olduğu gibi hizmetle ilgili herhangi bir meselede kendimizi muhakkak “mağdur ve ihlaslı Hafız Ali” yanında görürüz. Karşımızdaki her halükarda en insaflı hali ile “Hüsrev ağabey”dir.

Evet Hafız Ali ağabey Hüsrev ağabeye nispetle bu meselede daha haklı, makbul ve makuldür. Ne var ki Hafız Ali ağabeyin şahsında kendimizi savunurken Hüsrev ağabey şahsında hem Hüsrev ağabeye, hem de karşımızdakine haksızlık ettiğimizi düşünemeyiz. Yine karşımızdakinin nefsi ile gireceği mücahedede yenik düşerek bizim şahsımızda Hafız Ali ağabeyi sorgular hale gelebileceği aklımızın ucundan bile geçmez

Bu gün bizim için kısa vadede halledilmesi gereken bir sorun var.
Evet bu gün kendimizi İslamı veya Risale’yi temsil eden yegane cemaat olarak görme alışkanlığından vazgeçmemiz gerekiyor. Bütün kutsalların sadece bizim tarafımızdan temsil edilmediğini, sadece bizim bu yüzyılda Müslümanları temsil etmediğimizi, bizimle beraber bir çok kişi ve cemaat tarafından temsilin gerçekleştirildiğini içimize sindirebilmemiz gerekiyor.

Evet bizler müminler içinde bir müminiz sadece. Evet mesleğimiz ve meşrebimiz diğer kimselere göre hemen her açıdan yüksektir. Ne var ki bu durum hemen hiçbir zaman mesleğimize bizim kusurlarımızın karışmadığı veya karışmayacağı anlamına gelmez. Şu halde hemen her durumda bizler haklı olmayabiliriz.

Şu halde hizmetimizi ret, muhalefet ve şerh üzerine kurmak yerine, kabul, ittifak ile beyan ve tebliğ üzerine kurmalıyız. Muhabbet ettiğimiz şeye, onu dava haline dönüştürmeden muhatap olmayı becerebilmeliyiz. Dava yerine dava içinde bir bürhan olabilmeliyiz. Hemen her konuda kendimizi meselenin odak noktasına yerleştirmeye çalışma alışkanlığından vazgeçebilmeliyiz.

Meşrebimize tabi olanların çokluğu, yayın ve neşir vasıtalarımızın fazlalığı, ekonomik durumumuzun iyi olması, bürokrasi ve siyaset dünyasındaki adamlarımızın gün geçtikçe artması, kısacası imkanlarımızın çokluğu bizi diğer meşrepteki kişileri görmezden gelme durumuna düşürmemesi gerektiği gibi, bize göre daha fazla imkana sahip olanlara hazımsızlık ve kıskançlık göstererek tenkit etmemize neden olmamalı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
7 Yorum