Hz. Fatıma ve Hz. Ali

"Rasulullah'tan Fatıma'yı istediklerini biliyor musun?" "Biliyorum..."

"Ona gidip Fatıma'yı sana nikahlamasını istemekten seni alıkoyan ne peki?"

"Olmayacak hayal gibi bu, hiç konuşmasak daha iyi." "Nedenmiş o? Senin kadar iyi, temiz, dürüst bir yiğit nerede bulunur?"

"Abartma kadın, Rasulullah'ın çevresinde herkes iyi, herkes dürüst, herkes yiğit."

"Ama sen aynı zamanda yakışıklı ve gençsin. Şimdi bana bir tek mazeret söyle ki inanayım."

"Mazeret mi istiyorsun? Hangi birini sayayım; öncelikle onunla evlenmek için elde avuçta bir hazırlığım yok."

"Mescidin yakınında evin var ya işte!"

"Evet, içinde hiç eşya olmayan bir odacık... Kainatın efendisi Rasulullah'ın kızı için ne kadar da uygun! Hıh!..."

"Ali, bana bak! Bu söylediğin asla bir mazeret olamaz. Hem  istenirse..."

"Bitmedi; Ebu Bekir ve Ömer de ona talip olmuş ama Rasulullah 'Henüz bekleyeceğiz!' demiş. Benim onlardan üstün bir yanım mı var ki onları reddeden beni kabul etsin?"

"İyi ya işte, belki Allah'ın elçisi seni bekliyor. Olamaz mı? Yoksa Kureyş eşrafından hiçbirine evet demeyişini nasıl izah edersin? Farkında değil misin, kızın evlenme çağı geldi de geçiyor bile!"

"İyi, her şey halloldu diyelim; acaba Fatıma beni ister mi?" 

"Ona talip olmadan bunu bilemezsin oğlum! Akrabalarından kiminle konuştuysam seni ona yakıştırıyorlar. Hem belki Rasulullah da yakıştırmıştır, ne dersin?"

Bedir'den sonra Medine'deki sevinç ve esenlik havasında şahit oldum bu konuşmaya. Ali ile azatlı kölesi  arasında bir ikindi sohbetiydi. Kadını ona her kim gönderdiyse Müslümanlar arasında yeni bir sevinç yaşansın istiyordu anlaşılan. Bedir aslında şehirdeki çok şeyi, hatta hayatı değiştirmişti. Artık Medine eskisi gibi değildi. İnsanlar bile değişmişti. Söz gelimi Bilal, o tatlı tatlı ezanlar okuyan Bilal, bir zamanlar kendisine türlü işkenceler yapan sahibi Ümeyye'yi savaş meydanında yaralı görmüş ve sesinin en öfkeli haliyle "Ümeyyeeee!" diye çınlatmıştı gök kubbeyi. "A küfrün başı zalim! Sen yaşadığın sürece bana hayat haram olsun!" Sonra da varıp öldürmüştü onu. Üç gün sonra Bilal'in yemini gibi bir yemin de Mekke'de yükselmişti. Babası Utbe, amcası Şeybe ve kardeşi Velid'i kaybeden ve bunu Hamza'dan bilen Hind'in yeminiydi bu, İslam düşmanlığında kocası Ebu Süfyan'dan geri kalmayan Hind'in:

"Hamzaaaa!.. Tanrılar şahidim olsun ki babamın ve amcamın kanını senden soracağım Hamzaaa!"

Bedir'den dönerken gülümün Muaz'a ilişmişti gözleri. Esirler arasındaki amcası Abbas ile birlikte yürüyordu. İlk konakta yanına çağırdı ve koluna şifa yağdı. Annesi onun kolunun yerinden uçtuğunu ve yeniden geldiğini hiç bilmeyecekti.

Medine'ye zaferle gelindi ama şehitlerin yasları yürekler yaktı. Umeyrler, Mübeşşirler, Hariseler... Her biri Kureyş'in küfür canavarlarına karşı kahramanlaşan bayrak isimler. Her birinin yattığı yerde yıldızlar parlayan, hepsinin başucunda hilalin veya dolunayın beklediği mübarek bedenler; İslam'ın ilk harbinde ölüme önden gidenler.

Gülüm ise dönüşte can evinden vurulmuştu. Rukayye, nazlı kızı, vefalı sultan yoktu artık. Önce Fatıma'nın elinden tutup canparesinin mezarını, ardından da şehitlerin evlerini, ana babalarını ziyaret etti. Zafere sevinenlerle birlikte sevinmesi hayli sonraydı.

Bedir dönüşü Medine'de yas günlerce sürdü ama Mekke'de aylarca... Mekkeli kadınlar tekrar tekrar Bedir'e gelip kocalarının, oğullarının, babalarının doldurulduğu kuyunun başında halkalanıp ağıtlar  yaktılar ve kinler üstüne kinler yığdılar. Bu yaslar Medine'yi de etkiledi. Kimisi akrabalarına üzülerek, kimisi zafere sevinemeyerek... Böyle bir ortamda bir düğün olsa, belki hüzünler dağılıp giderdi.

Ali'yi takip etmeye başladım. Azatlı kölesinden sonra akrabaları da ona aynı şeyi söylediler. En ziyade de Sa'd b. Muaz ısrar etti. Sanki tembihli gibi... Allah'ın sevgilisinin sevgili kızını almak, kainatın en şerefli insanına damat olmak... Kim istemezdi ki? Rasulullah ile akraba olmanın dünyada ve ahirette, Allah katında ve elçisi katında şerefini kim aklından geçirmezdi? 

O günlerde Medine'deki pek çok delikanlıyla anne babalarının da hayali buydu. Ali kimseye söyleyemiyordu ama Fatıma'yı eskiden beri kendine yakın buluyordu. Son günlerde adı anıldıkça yüreğinin daha hızlı çarpmaya başladığını hisseder olmuştu. Hele Fatıma'nın, Bedir'de çatal uçlu Zülfikar'ını düşmana çalışını, harp meydanında oradan oraya yetişip gösterdiği kahramanlıklarını dinleyerek ve anlatarak mutlu olduğunu bilseydi, mescide veya bitişiğindeki Rasülullah'ın hanesine gelip giderken heyecanla çarpan kalbi belki de duruverirdi. Ali'ye Fatıma adını ananların Fatıma'ya da Ali adını andıklanndan şüphe yoktu. Medine'deki herkes Fatıma'yı Ali'ye yakıştırıyordu işte.

Ertesi gün Ali'nin huzura gelişine hiç şaşırmadım. Gelmiş ve usulca süzülüp başını yere eğerek mahcup vaziyette oturmuştu. Gülüm ashabıyla görüşüyor, meseleler anlatıyordu. Ali'nin bu mahcup tavırları dikkatini çekmiş olmalıydı. Herkes gidince yanına çağırdı. Ali gelip önüne oturdu ve öylece kaldı. Konuşmaya dermanı yok gibiydi. İşi kolaylaştırmak gerekirdi:

"Bir hacetin mi var Ali, niye geldin?"

Ali susuyordu. Kıpkırmızı olmuştu. Ne diyebilirdi ki? Alnından terler boynuna doğru süzülmeye başladı. Gülüm onu bu halde görmek istemezdi zannederim. Ali onun canıydı, dostu, kardeşi, sırdaşı, vekiliydi. Ashabına "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! " dediği gibi yaptı, yine kolaylaştırdı:

"Herhalde Fatıma'yı istemeye geldin?!" 

"Evet ya Rasülallah!"

Gülüm, ebedi cömertliğin denizi gülüm, gönül hastalarının tabibi gülüm içten içe tebessüm etti. Ali'nin gönlündekini anlamıştı. Şimdi ona cömert davranmalıydı. Gözünün önüne birden Fatıma geldi. Narin bedeniyle mücerret fikirler kadar ince bir cazibeye sahip olan Fatıma. Zarif ve güzel Fatıma. Hatice'nin son yadigarı... Ne çabuk da büyüyüvermişti. Cebrail kendisine göründüğü günlerde annesinden süt emdiğini hatırlıyordu. Kendisi insanlığı kurtarmak için mücadele verirken demek canparesi gelinlik çağına gelmişti. Ve şimdi yiğitler serdarı Ali, çocukluğundan itibaren yanında büyüyen Ali, yüzünü hiç puta çevirmeyen ve bu yüzden "Allah yüzünü keremlendirsin" temennisine mazhar olan Ali, onu kendisinden istemeye çalışıyordu:

"Fatıma'ya mehir olarak verebileceğin bir şeye sahip misin Ali?"

"Anam babam sana feda ya Rasulallah; işte biliyorsunuz, bir atım, bir de zırhtan gömleğim var!"

"Atın sana lazımdır, zırhını sat!"

Ali'nin dışarı çıkarken dizlerinde derman kalmadığını herkes fark edebilirdi. İçeride neler konuştuklarını öğrenenler çok sevindi çünkü. Gülümün ona mehirden bahsetmesi ve zırhını satma teklifi duyulduğunda bütün Medine sokakları şenleniverdi. Bu havadis bir tür nişan kabul edildi ve gülüme Rukayye'nin acısını unutturacak bir mürüvvet sevinci geldi. Ali zırhını satılığa çıkardığında, müstakbel bacanağı Osman onu dört yüz seksen dirheme satın aldı. Anlayışlı ve güzel kalpli Osman, ihtiyacı olmayan bir zırhı sırf iş görülsün diye almıştı ve birkaç gün sonra aynı zırhı getirip Ali'ye hediye etti. Asla gururunu incitmeden; bilakis dostluk nişanesi olarak. İslam kardeşliği...

Dört yüz seksen dirhem iyiydi elbette ama bir düğün için daha çok masraf gerekecekti. Ali'nin aklına yaşlı develeri geldi. Biri Bedir gününden kendisine ganimet düşen, diğeri de beşte bir hakkından dolayı gülümün hediyesi olan develer. Ali, düğün masrafı için bu iki deveyi önüne katıp ticaret yapmayı düşündü. Kaynukaoğulları'ndan bir kuyumcuyla da anlaştı. Birlikte  dağlardan güzel kokulu izhir otu getirecek ve kuyumculara satacaklardı. En azından düğün yemeğinin masrafı çıkardı. Hazırlık için develeri Ensar'dan bir adamın evinin yanına ıhtırıp ödünç semer, çuval ve ip temini için tanıdıklarını dolaşmaya başladı. Hangi kapıyı çalsa kimse onu geri çevirmemişti. Tedarikini tamamlayıp develerinin yanına geldiğinde bir de ne görsün, develeri acı acı böğürüyor, boyunlarından şıp şıp kanlar sızıyordu. Birisi bu develere ne yapmıştı böyle? Öfkesinden yumruklarını sıkıyor, yaşlı iki  devenin düştüğü hale  sanki ağlamak istiyordu. Başlarını okşayarak ve kulaklarına fısıldayarak zavallı hayvanları yakından inceledi. Hörgüçleri ve boyunları yarılmış, ciğerlerinden birer parça alınmıştı. Yapanın maharetli biri olduğu, develerin canına kast etmeden kendi ihtiyacını gördüğü anlaşılıyordu. O sırada komşu evlerden birkaç kişi geldiler. Ali gözleri nemlenmiş olarak sordu:

"Bunu kimin yaptığını biliyor musunuz?"

"Elbette!.. İşte şu evde, içki içiyor." 

"Neden yaptı peki, bilen var mı?"

"Ben biliyorum. Söyledim ama  dinletemedim. Şarap küpünü kurutmaya yeminli gibiydiler. Yanlarında  şarkıcı bir kadın ile çalgıcılar vardı. Bir ara kadın şarkı sözleri arasında 'Uzaktaki yaşlı develere bakın!'  diye bir zarf attı. O biri kılıcını aldı ve senin develerine doğru koşmaya başladı. Durdurmaya çalıştım ama dinlemedi. Sonrası işte görüyorsunuz!"

"O biri bunu sırf şaraba meze olacak kebap için mi yaptı yani?"

"Sarhoştu işte!.."

İçki henüz yasaklanmamış, mubahlar, haramlar tam ayrışmamıştı. Gülümün arkadaşlarından içki içmeye devam edenler vardı. Yalnızca mescide sarhoş gelmiyorlardı, o kadar.

Ali'yi hiç bu kadar kırılmış ve çaresiz görmemiştim. Akıl, içkinin tesiriyle mümini terk edince kör nefis ruhu ne hale getiriyordu. Doğruca gülümün yanına koştu. O da müstakbel damadını alı al, moru mor görünce telaşla sordu:

"Neyin var Ali?"

"Ey Allah'ın Rasulü! Bugün gördüğüm şeyi ömrümde hiç görmemiştim. Çok sevdiğiniz biri develerime saldırmış, hörgüçlerini kesmiş, böğürlerini yarmış."

"Şimdi nerede?"

"Kurayzalı birinin evinde içki içiyor!"

Dünya sadefinin incisini sıkıntıdan terlerken ilk defa gördüm. Yanağında tomur tomur damlacıklar... Bir öfke bulutu kapladı yüzünü. Hırkasının getirilmesini istedi. Sırtına alıp doğruca tarif edilen eve yöneldi. Ali ve diğerleri de ardınca ilerlediler. Kapıyı çaldı; içeri girmek üzere izin istedi. İçerdekiler yalnızca gülümle Ali'ye giriş izni verdiler. Gülüm, içeride kendisiyle aynı yaşta olan amcası Hamza'yı da gördü. Üstelik sarhoştu, gözleri kızarmıştı ve bir bunun, bir onun yüzüne bakıyordu. Sonra her ikisinin de dizlerine baktı, tekrar yüzlerine, tekrar dizlerine... Kahkahayla geveledi:

"Sizler, benim babamın ancak kölelerisiniz ha! ha!" 

Gülüm bu sözlerin sarhoş kelimeleri olduğunu anlayınca hiç oyalanmadı. Cürmü işleyenden develerin hesabını da sormadan orayı terk etti. İnsanların sarhoş iken sorgulamaya cevap veremeyecekleri ortadaydı. Sarhoşlukla akıl bir arada durmuyordu. İçimden "Cebrail'in içkiyi yasaklayan emirler getirmesi yakındır!" dedim. Çünkü gülüm amcasının sarhoşluğuna çok üzülmüş ve öfkelenmişti. Ali daha da öfkeliydi. Düğün için kazanmayı umduğu dinarlar bir yana, şimdi ihtiyar develerinin satış değeri de düşmüştü.

Günler de geçiyordu. Ali'de fakirlik, çaresizlik, arkasızlık... Bereket versin gülüm kolaylaştırmaya devam etti. Onun geldiği bir gün meclisindeki Bilal'e şöyle dedi:

"Bilal! Ben, evlenme esnasında ümmetim yemek yedirmeyi sünnet edinsinler istiyorum. Ali için bir velime  ziyafeti gerekir."

Bunun üzerine bu işe öncülük edenlerden Sa'd b. Muaz, "Benden bir koç!" dedi. Diğerleri atıldı:

"Benden şu kadar darı!" "Benden şu kadar odun!" "Ben pişiririm!" "Ben  doğrarım!"

Hemen o gün, düğün haberi yayılırken Ali, yarım ölçek arpa almak üzere zırhını bir Yahudi'ye rehin bıraktı. Zilhicce çıkmadan bu evliliği tamamlamak istiyordu. Hayırlı işlerde acele etmek ve uzatmamak lazımdı. Ali ile Fatıma muratlarına ereceklerdi. Nihayet gülüm Enes b. Malik'e de bir emir verdi:

"Enescik! Git bana Ebu Bekir'i, Ömer'i, Osman'ı, Avf oğlu Abdurrahman'ı, Talha'yı, Zübeyir'i, Sa'd b. Ebi Vakkas'ı ve Ensar'dan bulduklarını çağır!"

Herkes gelince bir hayli vaaz ve nasihatte bulundu. Sonunda cümlelerini şöyle bağladı:

"Yüce Allah kazanın kadere göre, karlerin de kazaya göre cereyanını emir buyurmuştur. Her karlerin eceli, her ecelin de Kitap'ta yeri vardır. 'Allah ne dilerse onu yapar. Bazısını imha eder, vücuda getirmez ve bazısını da vücuda getirir. Ana kitap Levh-i Mahfuz da O'nun katındadır.' Yüce Allah Hatice'nin kızı Fatıma'yı, Ebu Talib'in oğlu Ali'ye nikahlamamı bana emir buyurdu. Sizler şahit olunuz. Fatıma'yı dört yüz miskal gümüş mehriyle Ali'ye nikahladım."

Gülümün onlar için ettiği temenni ile duayı herkes ezberledi:

"Allah sizin dağınık işlerinizi toparlasın. Nikahınızı mübarek kılsın. İkinizden güzel ve pek çok nesil halk etsin. Allah'ım bu evliliği bu ikisi için mübarek kıl. Allah'ım! Fatıma ve zürriyeti hakkında kovulmuş şeytandan sana sığınırım!"

Gerdeğin ertesinde Fatıma'nın evinde bir şarkı söyledim. Bir mutluluk gazeliydi. O sırada baktım odanın nehir yatağından getirilmiş ince kumlarla kaplı zemininde tabaklanmış koç postundan bir şilte, içi lif dolu keten bezinden bir yatak, yorgan yerine de Yemen işi sırmalı kadife bir kumaş mevcuttu. Üzerlerine örttükleri vakit başlarına çekseler ayakları, ayaklarını örtseler başları açıkta kalacak kadar kısa bir kumaştı. Bir köşede içi hurma lifleriyle doldurulmuş deri bir yastıkla iki kırlent duruyordu. Duvarda bir su kırbasıyla bir elek asılı, un elde etmek için iki adet el değirmeni, silmek için bir bez parçası ve Fatıma için iki urba. Ve Ali'yi bu çeyize şükrederken buldum.

"Zengin eşya olmasa da keder değil" diyordu "dünyanın biricik hazinesine kavuştum."

Baktım, Ali'nin "hazine" demesinde hiç mübalağa yoktu. Beyaz buğday benizli Fatıma, ince kaşlarının  siperlendirdiği gür kirpiklerinin arasından Ali'ye gülümsüyordu. Denizler kadar derin gönüllü Fatıma ... Arkadaşlarının ona Zehra veya Betül dedikleri boşuna değildi. Beyaz ve nurani bir yüzü Zehra'yı; kendisini Allah'a yöneltişi de Betül'ü tamı tamına karşılıyordu: Fatıma Betül Zehra... Ve karşısında yiğitler serdan Ali... 

İskender Pala

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum