İkinci işaretten işaretler-1

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri tarafından te’lif edilen Onuncu Söz’ün (Haşir Risalesi) İkinci İşareti’nde esma-i İlahiyenin, “Risalet müessesesi”ni nasıl iktiza ettiği izah edilmektedir. Cenab-ı Hakkın bin bir ismi vardır. Bin bir ism-i İlâhinin her birisi, risalet müessesesini iktiza etmektedir. O halde esma-i hüsna adedince risaletin delillleri vardır. Evet Allah’a iman, peygamberlere imanı gerektirir. Allah’ın her bir ismi, risalet müessesesini, bahusus Risalet-i Muhammediyeyi (a.s.m) iktiza ve isbat eder. Bir ism-i ilâhi, Risalet-i Muhammediyeyi (a.s.m) bir kere gerektirirse , bin bir ism-i İlâhi bin bir defa gerektirir. Demek bin bir ism-i İlâhi, bin bir defa hem tevhidin, hem âhiretin, hem de risaletin delilidir. Çünki; hiç bir isim yoktur ki; tevhid, haşir ve risaleti bildirmesin.

 

Cenab-ı Hakkın tekvinî olarak Zâtında, sıfatında, esmâsında ve ef’âlinde şerîki olmadığı gibi; teklifî olarak da Zatında, sıfatında, esmasında ve ef’âinde ortağı yoktur. Her bir İlâhî fiil, Cenâb-ı Hakk’ın  kudsî sıfatlarına ve bin bir İlâhî isme dayanmaktadır. İrsal-i Rusul (peygamberleri göndermesi) de Cenâb-ı Hakkın bir fiili olduğundan, o da  Cenâb-ı Hakk’ın kudsî sıfatlarına  ve bin bir ismine dayanmaktadır. O halde her bir peygamberin gönderilmesi, kudsî sıfatlara ve bin bir ism-i İlâhîye dayanmaktadır. Dolayısıyla kâinatta tekvinî olarak ortaya çıkan  bir sıfat veya bir İlâhî ismi inkâr etmek şirk olduğu gibi; teklifi olarak bir peygamberi veya bir âyeti veya bir İlâhî hükmü ya da mütevatir bir hadisi inkâr etmek de Nisa Suresinin 151. ayet-i kerimesinin açık delaletiyle  şirktir.

 

Hem bir sıfatı veya bir İlâhî ismi inkâr etmek bütün sıfat ve İlâhî isimleri  inkâr etmek hükmünde olduğu gibi; bir peygamberi veya bir âyeti veya bir İlâhî hükmü veya mütevatir bir hadisi inkâr etmek de bütün sıfat ve İlâhî isimleri, belki bütün peygamberleri ve onlara inzal buyurulan İlâhî vahyi inkâr etmek hükmündedir.

 

Şimdi esma-i İlahiyenin risalet müessesesini nasıl iktiza ettiğini, bahusus Risalet-i Muhammediyeyi nasıl isbat ettiğini aklî ve naklî delillerle izah etmeğe çalışacağız:

 

(Hikâyede bir Yaver-i Ekrem’den bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes onun nişanlarını görmekle anlar ki: O zât, padişahın emriyle hareket eder ve onun has bendesidir. İşte O Yaver-i Ekrem, Resul-i Ekrem (a.s.m)'dır.) Temsilde denildiği gibi; bir adada bir Zat durmuş, bütün insanları etrafında toplamış, onlara bir şeyler anlatıyor. O ada, Ceziretü’l-Arap’tır. O Zat, Hazret-i Muhammed (a.s.m)’dır. Etrafında topladığı insanlar, başta sahabe-i kiram olmak üzere kıyamete kadar bütün ümmetidir. Ümmeti de ümmet-i davet ve ümmet-i icabet olmak üzere iki kısımdır. O Zat, Padişah’tan gelen fermanı yani Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı, cin ve inse tebliğ ediyor. O Zat’ın davasını tasdik eden binden fazla nişanları var. O nişanlar ise, bin mu’cizesidir. O bin mucize ve elindeki ferman gösteriyor ki; O Zat, Padişahın memuru ve has kuludur.

 

وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوى  اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْىٌ يُوحى

           

“O Peygamber, kendi heva-i nefsinden bir şey söylemez. Onun din namına söylediği ancak kendisine vahyolunandan başka bir şey değildir.”(1) ayet-i kerimesinin sarahatiyle; Padişahın emriyle hareket eder, O’nun ahkâmını insanlara tebliğ eder. Haşa! Kendi heva-i nefsinden bir şeyler söylemez.

 

(Evet, şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir) Şu kâinattaki müzeyyen masnuatın elbette mukaddes bir Sani’i vardır. Böyle mukaddes bir Sani’, ulûhiyet ve rubûbiyet sıfatlarıyla muttasıftır. Elbette böyle ulûhiyet ve rubûbiyet sıfatlarıyla muttasıf bir Zat, bu sıfatlarını izhar etmek isteyecektir. Bu âli maksad için, nev-i beşer içinde bazı insanları kendisine elçi olarak seçecek ve bu vazifeyi onlara yaptıracaktır. O elçiler ise, başta Hazret-i Muhammed (a.s.m) olmak üzere bütün peygamberan-ı izam hazeratıdır.

 

Müellif (r.a), bu cümlelerinde Kelam İlmi ıstılahınca kabul edilen ulûhiyet ve rubûbiyet sıfatlarını nazara veriyor. Zira kelam ilmine göre; ulûhiyet yedi subûtî sıfat  ile altı selbî sıfatın tecelliyatına denir. Bununla beraber, tecelliyat-ı esma ve tecelliyat-ı ef’ale de iltizamen delalet eder. Kelam ilmi  ıstılahında rububiyet ise; ef’âl ve esmânın tecelliyatına denir. Bununla beraber tecelliyat-ı zat ve tecelliyat-ı sıfata da iltizamen delalet eder. Demek ulûhiyet ve rububiyet sıfatları bütün esma ve İlâhî sıfatları içine almaktadır. Bütün esma ve İlâhî sıfatlar ise, risalet müessesesini istilzam ve iktiza eder. Müellif (r.a), bu “İkinci İşaret”te esma ve sıfat-ı İlahiyenin risalet müessesesini nasıl istilzam ve iktiza ettiğini bazı isim ve sıfatları misal olarak vermek suretiyle isbat ediyor. Şöyle ki:

 

(Çünki; nasıl Güneş, ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de ulûhiyet de, peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.) Müellif (r.a), bu cümlelerinde geçen “uluhiyet” tabirini, İlm-i Kelam ıstılahınca kabul edilen mezkur manada kullanmıyor. “ma’budiyet” manasında kullanıyor.

Müellif (r.a)’ın bu cümlelerinde ulûhiyet ve mabudiyet sıfatı ile İlâh ve Ma’bûd isimlerinin risalet müessesesini, özellikle  Risalet-i Muhammediyeyi nasıl istilzam ve iktiza ettiği izah edilmektedir. Şöyle ki:

 

Madem ulûhiyet ve mabudiyet sıfatları, risaletsiz olmuyor. O halde ulûhiyet ve mabudiyet sıfatlarının bütün delilleri, aynı anda risaletin de delilidir.

Evet, madem şu muhteşem kâinat var ve inkâr edilemez. Nasıl ki; kâinatın vücudunu göstermeye sebeb olan güneş yaratılmasaydı, elbette o muhteşem kâinatın kıymeti bilinmezdi. Zira kâinatın görünmesi ve bilinmesi güneş iledir. Hem mesela; güneş var, ancak ziyası olmazsa güneş bilinemez. Demek kâinat şiddetle güneşi iktiza ettiği gibi; güneş de ziyayı iktiza eder. Diğer tabirle  güneş, kâinatı iktiza ettiği gibi; ziya da güneşi iktiza eder.(2) Demek bunlar arasında telazum (Biri diğerine lâzım olmak)  vardır. Yani, bunlardan birisinin vücud ve sübutu, ötekisinin de vücud ve sübutunu gerekli klar. Aynen öyle de; ulûhiyet sıfatı dahi risaleti istilzam ve iktiza eder. Zira ulûhiyet risaletsiz, risalet ise ulûhiyetsiz olamaz. Risalet müessesesi olmadan, ulûhiyet sıfatı bilinemez. Bu risalet vazifesini en mükemmel bir surette ifa eden ve risalet vazifesini asaleten yürütüp hakiki muhatab-ı İlahi ünvanını alan Hazret-i Muhammed (a.s.m)’dır.

 

Öyle ise لاَاِلهَ اِلاَّ اللّهُ  cümlesi,  مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ cümlesini iktiza ve istilzam eder. O halde مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّه cümlesini kalb ile tasdik, dil ile ikrar etmeyen, Allah’a da iman etmiş sayılmaz, dolayısıyla ehl-i necat olamaz. Müellif (r.a), eserlerinin değişik yerlerinde لاَاِلهَ اِلاَّ اللّهُ  cümlesi,  مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ cümlesini iktiza ve istilzam ettiğini tafsilatıyla izah etmiştir.

 

“Arkadaş! Ulûhiyet, risalet, âhiret, kâinat arasında hakikatta telazum vardır. Yani, bunlardan birisinin vücud ve sübutu, ötekisinin de vücud ve sübutunu istilzam eder. Birisine iman, ötekisine de imanı îcabettirir.

Vekeza ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, ulûhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusül ile olur.”(3)

 

“Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini isbat eder, birbirini tazammun eder, biribirisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtem-ül Enbiya'dır, bütün enbiyanın vârisidir; elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrasından hariç, hakikat ve necat yolu olamaz.(4)

“Kelime-i Şehadetin Bürhanı İçindedir

Kelime-i şehadet: vardır iki kelâmı. Birbirine şahiddir, hem delil ve bürhandır.

Birincisi, sâniye bir bürhan-ı limmîdir (Kanunlardan hâdiselere, sebeplerden neticelere, müessirden esere gitme usûl ve delilleri) . İkincisi, evvele bir bürhan-ı innîdir. ( Hâdiselerden kanunlara, eserden müessire olan delil. Dumanın ateşe delil olması gibi.)’’(5)

 

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ  Bu kelime-i âliye, üssü’l-esas-ı İslâmiyet olduğu gibi kâinat üstünde temevvüc eden İslâmiyetin en nuranî ve en ulvî bayrağıdır.

Evet, misak-ı ezeliye ile peyman ve yeminimiz olan iman, bu menşur-u mukaddeste yazılmıştır. Evet, âb-ı hayat olan İslâmiyet ise, bu kelimenin ayn-ül hayatından nebean eder.

Evet, ebede namzed olan nev'-i beşer içinde saadet-saray-ı ebediyeye tayin ve tebşir olunanın ellerine verilmiş bir ferman-ı ezelîdir.

Evet, kalb denilen avalim-i gayba karşı olan penceresinde kurulmuş olan latife-i Rabbaniyenin fotoğrafıyla alınan timsal-i nuranîyle Sultan-ı Ezel'i ilân eden harita-i nuraniyesidir ve tercüman-ı beliğidir.

 

Evet, vicdanın esrarengiz olan nutk-u beliğanesini cem'iyet-i kâinata karşı vekâleten inşad eden hatîb-i fasîhi ve kâinata Hâkim-i Ezel'i ilân eden imanın mübelliğ-i belîği olan lisanın elinde bir menşur-u lâyezalîdir.

İşaret: Bu kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahid-i sadıktır ve birbirini tezkiye eder. Evet, ulûhiyet nübüvvete bürhan-ı limmîdir. Muhammed Aleyhisselâm, Sâni'-i Zülcelal'e zâtıyla ve lisanıyla bürhan-ı innîdir...”(6)

 

DİPNOTLAR:

1.      Necm, 53/ 3-4

2.      Bediüzzaman Said Nursî,  Sözler, Onuncu Söz, İkinci İşarete bkz.

3.      B. Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, Lâsiyyemâlar, 36-37

4.      Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup , Beşinci mesele, 335

5.      Sözler, Lemeât, 702

6.      Muhakemat, On İkinci Mesele, 116

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum