Afife ARTIK
İkinci Şua’yı anlamak-21
Tecelli-i Ehadiyyet
Tecelli-i Ehadiyyet kavramını anlamak için kullanabileceğimiz iki argüman var:
1-Nuraniyyet
2-İrade-i İlahiyye’nin cilvesi olan “evamir-i tekviniye”
Çok şükür ki her gün muhatap olduğumuz, biz ona mukabil durmasak bile o bize gelen çok tanıdık bir nuranî mahluk olan Güneş var. Elbette Güneşinki tam bir nuraniyet değil çünkü güneşin maddesi var. Bu yüzden ona ‘maddi nuranî’ diyoruz. Şu dünya hanesinin sobalı lambası olan Güneşimiz bir tane olmasına rağmen nuraniyethâsiyeti ile bir çok yerlere girip çok ayinelerde birden görünebiliyor. Nurunun kayıtsız olması ve aksinin maddesiz olması nedeniyle bir anda çok yerlerde bulunuyor. Eğer Güneş bunu şuurlu olarak yapsa idi, her parlak şey içinde bir tahtı ve bir telefon gibi irtibat cihazı bulunup onlarda adeta bir tasarruf imkanı bulunacaktı. Isısı, yedi rengi ve ziyası ile o ayinelerde iş görecekti.
Değil direk güneşe bakmak, güneşin yansıdığı bir ayineye bile baksak, bir tek saç kılının içinde yerleşemediği iki gözümüzün içinde iki misali güneş zahmetsiz yerleşiverir. Maddi olmasına rağmen nuraniyet hususiyeti ile Güneş, çok yerlerde birden görünebiliyor ve ziya ve hararetini çok şeylere birden kolayca verebiliyor.
Peki nuranî olan, Güneş gibi bir maddi olmayıp; hayat sahibi, şuurlu ve haricî vücut giydirilmiş bir kanun-u emrî olan ruh olsa? İşte o zaman o nuranî ruh aynı ile, kendisi olarak yani, bir çok yerde birden bulunup pek çok işleri bir anda bizzat kendisi görebilir.Masela; Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail Aleyhimmüsselam’ınbir çok yerde aynı anda başka başka işlere mazhar olabilmeleri, Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’ın kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşmesi ve dünyada bütün ümmetinin salavatlarını birden işitmesi gibi.
Vücudun muhtelif mertebeleri var. Ve nuraniyethâsiyeti ne kadar rasihbir vücut mertebesinde olursa o kadar harika eserleri olur. Maddi nuranî olan Güneş ile nim nurani olan ruhlar için nasıl fark olduğunu gördük. Güneş sadece ziya ve harareti ve misali bir vücut ile çok yerlerde bulunabilirken, mesela Cebrail Aleyhisselam bizzat kendisi olarak ve şuuruyla aynı anda çok yerlerde çok işler görüyor. Nuranî ruhlar için nim nuranî yani, yarı nuranî diyoruz zira onların maddeleri ve cesetleri var. Melek de olsalar mücerret ruh halinde değiller, nurdan yaratılmışlar. Nuranî ruhu olan insanların ise cesetleri var. Fakat cesetleri onlar için nuraniyet kazanmamış insanlar gibi ciddi ve çetin bir kayıt teşkil etmiyor. Bazen de cesetleri ruha tâbi olup çok cihetlerle aynı ruh gibi oluyor. Bunun en bariz misali Efendimiz’insidret-ül müntehaya kadar cesedi ile gitmiş olması. Ve O’nun cesedi öyle bir özellik kazanmış ki evliya kalblerinden daha latif. Evliya kalblerinden daha fazla letafeti olan bir ceset…
Nuraniyet sırrının çeşitli vücut mertebelerindeki etkisini görmek bizi “nur ve nuranî için kayıt olamaz” hükmüne ulaştıracak. Nuraniyyet öyle bir şey ki maddi ve şuursuz bir mahlukta bile harika eserle gösteriyor. Bir tek şey iken külliyet kesbedip çok vücutlar kazanıyor, çok fiillere mazhar oluyor. Madde kaydından bir derece kurtulanlarda ise daha harika eserleri var. Peki öyle ise nuraniyet, nurların nuru ve nurların yaratanı ve tasarruf edeninde; vücudun en yüksek mertebesi olan Vacib-ülVücut’ta olunca ne olur? Bunun kıyas-ı maalfarık olduğunu söylemek de yerinde olur zira o öyle bir Zat ki, bir şeye kıyas edilerek bilinmekten münezzehtir. Fakat bütün temsiller O’nun şuunatına bakabilmek için bir tefekkür aracı olabilir. Bu temsiller bizim Allah’ın zatını veya sıfatını, hatta esma ve fiillerini anlamamız için bile değil sadece şuunatına bakabilmemiz için birer araç olabilir. Yoksa O’nun sıfatları bir mümkinin sıfatları ile anlaşılamaz. Zira bu temsillerde de “mümkin bunu yaparsa vacib-ül vücut olan Allah ne yapar” gibi bir yoldan gitmiyoruz. Bize nuraniyeti olanlar üzerinden gösterilen bir hakikat olan “nuraniyet hakikati” gibi, mücerret bir kavrama ulaşıyoruz ve bu mücerret kavram üzerinden Cenab-ı Hakk’ın şuunatına bakmaya çalışıyoruz. Bundan bütün bütün farklı olan “nuraniyetkesb eden insan bunları yapıyorsa nuraniyeti olan Allah neler yapmaz ki” gibi bir yoldan gitmiyoruz. Bu nuraniyet, maddilerde ve mahluklarda bu gibi eserler gösteriyor diyerek nuraniyet hakikatini anlamaya gayret ediyoruz. Sonra bu anladığımız nuraniyet hakikatini, Allah’ın şuunatına bakmak için bir dürbin gibi kullanıyoruz.
Böylelikle bu kainata mana-yıharfî ile bakarak kainat safahatında görünen hakikatler, düsturlar, kanunlar yani bir işleyişi, nizam intizam gibi kainatın dillerini (nizam ve intizam gibi 55 lisanı var kainatın) anlamaya çalışıyoruz. Önce dili çözmeliyiz ki o dillerle anlatılanı anlamaya doğru gidebilelim. İnsanın dünyadaki serüveninin anlamı da bu anlama ve bilme sürecinden, fark etme sürecinden ibaret değil mi?
Ehadiyet tecellisi için “tecelliyatın en yükseği, en uzağı, en gizlisi ve en sade ve basiti”[i]tabirleri kullanılıyor. Yine sırr-ı Ehadiyet için de “gayet derin ve ince ve gayet yüksek ve geniş”[ii]ifadeleri kullanılmış. Bunlar öyle ifadeler ki, ihata ve ıtlakı ve mekan ve zamandan bağımsızlığı anlatıyor. Bir şey “derin ve ince” ise nüfuzedemeyeceği şey yoktur, “yüksek ve geniş” ise içine alamayacağı şey yoktur. “sade ve basit” ifadeleri ise kuşkusuz bizim günlük dilde kullandığımız manaları ile değildir. Mesela; ruhun besateti vardır yani; basittir ve o yüzden de inkısam ve tecezzisi mümkün değildir, parçalara ayrılmaz. Demek basitlik ayrı ayrı şeylerin bir araya gelip de terkip etmemiş olmasını anlatmaktadır. Bir cihette tekliği de ifade eder.
Evamir-i tekviniye meselesine gelince; yaratılışa ait bu emirler de bir bakıma bir anda pek çok yerde iş görmekteler. Risalelerde çokça kullanılan ağaç misali bu konuda hayli kolaylaştırıcıdır. Şöyle ki; bir ağacın programı, o ağacın çekirdeğinde yazılıdır ve o programda dallar, yapraklar, meyveler nasıl olacaksa hepsinin kaderî planları vardır. Yani çekirdeğin içinde ağacın ilmî vücudu vardır. Peki bu ilmî vücut ile o ağacın söz gelimi bir meyvesinin maddesi arasındaki ilişki nedir? Yani çekirdekten tâ o meyvenin yanına bir şey gidiyor da “bak bu şekilde olmalısın” diye fısıldıyor mu? bu meyve o kendisine uzakta olan çekirdeğin içindeki ilmi programı nereden haber alıp da ona uygun hal ve tavırlar alıyor? İşte, çekirdekte bulunan emirden gelen kanun ve iradenin bir cilvesi ağacın her bir yerinde bizzat bulunuyor ve çekirdekten dalların uçlarına doğru yayılmak suretiyle de gitmiyor zira meyvedeki mesela renk dalın içinde yok, oradan yayılıp gitse geçtiği yerlerde izi olacaktı. Demek çekirdekteki o kanun ve iradenin cilvesi olan tekvini emirler ağacın her bir cüzünün yanında bizzat bulunuyor. Aradaki uzaklık ve madde engel teşkil etmiyor. Aynı bizim ruhumuzla cesedimiz arasında olan irtibat ve idare gibi. Ruh için cesedin idaresinde zahmet yok ve çok işler bir anda olabiliyor. Görmek aynı anda işitmeye engel de değil.
Bu ağaç misalini her yere uygulayabiliriz zira kainat dahi büyük bir ağaçtır. Ağaçta geçerli olan kanun kainatta dahi câridir, cereyan eder. Bu kainatın meyvesi olan insan, kökten ve ağacın başlangıcındaki çekirdekten en uzaktır ama kendi içindeki çekirdek, ağacın mebdeindeki çekirdekle aynı programı taşır. Çekirdeğin içinde ise sadece meyveye ait değil ağacın dal ve budakları, yaprak ve gövdesine ait program da var. Öyle ise ağacın bütününde olan ne varsa, meyvenin kalbi olan, içindeki çekirdekte de var. Kainat, esmanın nakşı; insan da aynı esmanın nakş-ı azamı. Adeta mihrak noktası gibi. Hele insanın kalbi, kainatın tamam programını içinde taşıyor. “hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecelli-i Ehadiyyete, cilve-i Samediyyeteayineliktir. Yani bütün aleme tecelli eden esmanın nokta-i mihrakiyyesi hükmünde bir camiiyyetle zât-ı Ehad-i Samed’eayineliktir.”[iii]İnsanın kalbinin akıl almaz türlü türlü hallere giriftar olması ve bir manada oradan oraya bir alıcı gibi dönüp durmasının sırrı burada belki de. Sonsuz esmanın sonsuz tecellilerine ayine olmak elbette kolay değil ve sürekli bir tebdil ve tağyire mazhariyetle ancak bu ayinedarlık tahakkuk edebilir.
İnsanın ayinedarlığının elbette kusursuz tahakkuk ettiği ayine Efendimiz Aleyhissalatü vesselamdır. Her mertebede ayinedarlığı tam yapması yani; emrolunduğu gibi dosdoğru olması ile öyle bir mana tahakkuk etmiş ki bir zat demiş: Ehad ile Ahmed arasında bir mim- i imkan farkı var. “Ayn-ı Ehad idi Ahmed ey cân olmaya idi arada mim-i imkan.” Risalelerde bu ifade de aynı manayı söylüyor: “mir’at-ı Muhammedden Allah görünür daim”
İnşallah kendisine doğru yol almakta olduğumuz İkinci Şua’da, hayat sahiplerinden insanın mahlukiyyeti arkasında tevhid sırrı ile kutsî bir taayyün ve ehadiyyete ait bir teşahhusun göründüğünü okuyacağız.
Risale-i Nur’da öyle sırlar var ki bunların bazılarını sadece işitmiş olmak bahtiyarlığına erişmek dahi bize yeter. Zira tüm o sırları anlamak derk etmek zevk etmek …ne ise bilmediğimiz alanlara girmeyelim, biz zevk edemedik diye zevk edenler yok demek olamaz değil mi? bu bahçeden ne kadar istifade edebilsek o kadar kardır. Koparmakta zorlanırsak daha zevkli olur.
Artık Güneş ve ağaç misallerindenaz çok anladığımız manayı elimize alıp hakikatin yüzüne bakmaya çalışalım.
- madde, zaman ve mekan kayıtlarından münezzeh olan. Yani; zaman mekan onu kayıt altına asla alamayan
- zatında sıfatında ve fiilinde naks ve kusur olmayan
- zulmetten münezzeh
- bütün nurlar ve nuraniyet Esmasının nurlarının kesif bir gölgesi olan
- umum vücut ve bütün hayat ve ruhlar alemi, misal alemi,berzah alemi; cemali için ancak yarı şeffaf bir ayine olan
- kainattaki her şey tek tek ve beraber O’nu gösteren
- yarattıklarından hiçbir şeye benzemeyen
- bâtıl fikirlerin dâmen-i izzetine yetişemediği
- her hangi bir şeyin içine girmekten (tahayyüz) ve bölünmekten (tecezzi) münezzeh olan
- sıfatımuhita
- şuunatı külliye… olan bir Zât-ı Ehad için bir iş bir işe mani olabilir mi? hiçbir şey O’na engel teşkil edebilir mi? hangi yer, hangi iş, hangi fert O’ndan gizlenebilir? İbn-i Abbas’ın dediği gibi “her şey’e bakar bir manevi basarı, her şey’i iştir bir manevi sem’i bulunmaz mı?”
Ehadiyyet ve tecelli-i Ehadiyyet konusunun bu kadar kısa bir yazıya sığması mümkün değil elbette, ancak bir küçük özete bakabildik. Özetin özeti diyebileceğimiz Hülasat-ülHülasa’nın insan ayinesi ile ilgili mertebesi için Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikası’ndaki sözlerinde de bakmadan geçmeyelim: “Hülasat-ülHulasa’yı okuduğum zaman, koca kainat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nev’in lisanı çok geniş olmasından, fikir yoliyle sıfat ve Esma-i İlahiyye’yiilmelyakîn ile iz’an etmek için alık çok çabalıyor, sonra tam görür. Hakaik-i insaniyyeye baktığı vakit, o câmî mikyasta, o küçük haritacıkta, o doğru nümunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’i ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itmi’nan, bir iman ile o sıfat ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay, hem hazır yanındaki ayinesinde hiç uzun bir seyahat-i fikriyeye muhtaç olmadan îman-ı tahkikiyi kazanır…”[iv]
Nasıl ki bir ağaç açık zikirle okuduğu (göze de nakşını gösterdiği) esmayı, çekirdeği gizli zikirle zikreder; insan da kainatın gösterdiği tüm esmayı gösteriyor. Ehadiyete bir ayine oluyor. İnsanın da çekirdeği olan kalb, kendisinde o nurun aksini yerleştirmek ile fıtratının vazifesini yerine getirmiş oluyor. Böylelikle göklere ve yere sığmayan, mü’min kulun kalbine sığıyor.
Konuyu takip ettiğimiz Yirminci Mektub’dan tecelli-i ehadiyyetle ilgili bir cümle ile tamamlayalım: “kâinat Sâni-i Zülcelâlinin, nur olan bütün sıfâtıyla ve nuranî olan bütün esmâsıyla, teveccüh-ü ehadiyet sırrıyla öyle bir tecellîsi var ki, hiçbir yerde olmadığı halde, her yerde hazır ve nazırdır. Teveccühünde inkısam olmaz. Aynı anda, her yerde, külfetsiz, müzahamesiz, her işi yapar.”
[i] Mesnevi-i Nuriye 576 (mütercim:AbdülkadirBadıllı)
[ii]Sözler s.609 (Envar N.)
[iii] Sözler s.129(EnvarN.)
[iv] Emirdağ Lahikası – 1. s. 146 (Envar N.)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.