Afife ARTIK
İkinci Şua’yı anlamak-3
Cüz–cüz’i, küll–küllî kavramları ikinci Şua’nın ehemmiyetli kavramlarındandır. Cüz, bir bütünün parçası anlamındadır. Mesela Kur’an otuz cüzden müteşekkildir. Her bir cüz, Kuran’ın bir parçasını ifade eder. Cüzlerden meydana gelen bütüne de küll diyoruz. Bir ağaç örneğinden hareket edersek; ağacın dalı, yaprağı, kökü ağacın cüzleridir; bu cüzlerin bir araya gelerek oluşturdukları bütün olan ağaç da külldür. Yani parçaların bir araya gelmesi ile küll meydana geliyor. Cüz’î ise bütüne ait manayı bölünmeden, parçalanmadan kendinde gösterebilen en küçük parçadır. Mesela bir papatya, papatya nevine nisbeten cüz’î hükmündedir. Çünkü, papatyalık hakikatine ait bütün manayı kendinde gösterir. Fert olan bir insan, insan nevine nisbeten cüz’î dir çünkü bir tek insan, insan nevine ait bütün manayı parçalanmadan kendisinde gösterir.
İkinci şuada üç misal üzerinden, cüz’î fiilden küllî fiile geçmenin tekniği öğretiliyor. Birinci misalde; bir annenin yavrusuna süt vermesi olan cüz’î fiil tevhid nazarıyla bakıldığı vakit bütün yavruların küllî ve umumî iaşelerine bizi taşıyor. Elbette orada gecen “iktidarsız ve ihtiyarsız bir bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, kan ve fışkı ortasından beyaz safi temiz bir süt göndermek…” cümlesindeki diğer ifadeler de çok kıymetli ve her biri bir tefekkürün anahtarı hükmünde. Fakat şimdi sadece cüz–küll, cüz’î–küllî kavramları üzerinde duracağımızdan diğer kelimelerin kapılarını açmayacağız. İkinci misalde müthiş bir hastalıktan şifa bulmak olan cüz’î fiilinden bizi bütün dertlilere şifa vermeye yani küllî ve umumi ‘şifa vermek’ fiiline taşıyor. Yine üçüncü misalde dalaletin gayet müthiş elemini hisseden bir adama hidayet ihsan etmek olan cüzî fiillden küllî ve umumi olan ‘hidayet’ fiiline götürüyor bizi.
Bu küllî fiillere intikal edebilmemizin sebebi onların bir cüz’îsinin yaratılmış olmasıdır. Yani o fiile ait manayı bölünmeden, parçalanmadan tümüyle kendinde gösterebilen bir cüzîsinin bulunması ile biz bu küllî manalara ulaşabiliyoruz. Cenab-ı Hakk rahmetinden, kendini tanıttırmak için; çok geniş, küllî ve bizim kendisini görmemiz çok zor olan hakikatleri, bu şehadet âleminde fertlere derc etmiş. Gözümüzle gördüğümüz, bir annenin yavrusuna süt vermesi gibi küçük bir ayineden kendisine ait, vacib, ıtlak ve ihatası bulunan, haddi ve nihayeti olmayan ‘iaşe’ fiiline intikal etmemizi irade etmiş. Hem bizi bu donanımda yaratmış, hem de kainatta fertleri yaratıp o fertlerin nevine ait bütün manayı taşımasını ve nevin de kendi fiilleri için bir vahdet ayinesi olmasını irade etmiş. Yarattığı fertler ve nevler adedince hamd olsun o Zat-ı Akdes’e ki bizi kendine anlayışlı bir muhatap olarak yaratmış. Bütün kainatı kendini tanıttıracak böyle bir mahiyette yaratması ne kadar kıymetli ise; bizi, Onu tanıyabilecek, kainatı okuyabilecek kabiliyette yaratması o kadar kıymetli.
Dönelim cüz–cüz’î, küll–küllî kavramlarımıza. Buradaki üçüncü misalin kendine has bir özelliği var. Hidayet ile cüz’î ve fani ve aciz bir adamın bütün kainatın yaratıcısı ve idare edicisine muhatap olabilecek hâle gelmesi ve bir mülk-ü bakiyi kazanması meselesi var. Yani insan hidayet fiiline mazhar olmakla cüz’iyetten külliyete çıkıyor. Dünya üzerinde bir tek fert iken adeta tüm mahlukat genişliğinde bir külliyete çıkarak Alemlerin Rabbine muhatap oluyor. Pek çok risalelerde bu cüziyetten külliyete çıkmak meselesini görüyoruz. Adeta Rabbimiz bize cüziyetten külliyete çıkmayı emrediyor. “Size bütün kainatı ihata edebilecek cihazat verdim, kendi cismaniyetinizde ve küçücük hissiyatınızda sıkışıp kalmayın, size verdiğim cihazatı işleterek kainatın da üzerine çıkın ve kainatı arkanıza alarak huzuruma gelin” manen diyor. İşârat-ül İ’caz’da insanın belli şartları yerine getirerek, gayb ve şehadet alemine bir hülasa olabileceğini görüyoruz.
Cenab-ı hakk her ferdi cüz’î olarak yaratması ile, kainatın en geniş dairesi ile müntehasını aynı külli manayı bize gösterebilecek hale koymuştur. Kainatın nihayatı da teferruatı da bize aynı külli manayı ifade etmektedir. Dolayısıyla kainatın içinde bir tek fert olarak yaratılan Efendimiz aleyhissalatü vesselamın kendi kendine malik olmaması ve fiillerinde serbest olmayıp harekatının başka bir ihtiyara bağlı olması şunu bize gösterir bir ayine olmuştur: ‘hiçbir şey, hiçbir şen, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet – cüz’î olsun külli olsun – o muhit iktidarın, o şamil ihtiyarın daire – i tasarrufunun haricinde olamaz’. Böylelikle Efendimiz aleyhissalatü vesselamın en çok istimal ettiği “nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki” kasemi, bize tevhid-i Rububiyyeti gösteriyor. Yani madem bütün kâinatın medar-ı iftiharı ve kâinatın çekirdeği olan; felekler onun için yaratılmış olan Zât aleyhissalatü vesselam kendi kendine sahip değilse ve fiilleri Allah’ın iradesine bağlı ise elbette kâinattaki hiçbir şeyin harekâtı da o şeyin kendi ihtiyarı ile değildir. Ve hiçbir mahlûkun hiçbir özelliği o mahlûkun kendisine ait değildir. Yani her şeyin dizgini O’nun (c.c.) elindedir, her şeyin mutasarrıfı ve müdebbiri O’dur. Bu kâinatın Rabbi birdir, şeriki, muini, ortağı yoktur, hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi ne o şeyin kendine ne de bir başkasına (esbaba, tabiata, tesadüfe) bırakmamıştır.
Bütün bu manalarla beraber şu cümleye bakalım, umuyorum ki bu manalarla bakınca bu cümleyi daha iyi anlamamız mümkün olur: “Tevhid ve vahdette cemal-i ilahi ve kemal-i Rabbani tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır. Evet, hadsiz kemalât-ı İlahiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbanî ve hesapsız ihsanat ve bahâ-i Rahmanî ve gayetsiz kemal-i cemal-i Samedanî, ancak vahdet ayinesinde ve vahdet vasıtasıyla şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz’iyyaatın simalarında temerküz eden cilve-i esmada görünür.” Şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz’iyyaatın fertler olduğunu düşündüğümüz zaman mesele daha açık oluyor.
Fertlere tevhid nazarıyla bakmak ise; ilk aşamada, fertten nev’e intikal edip nev ayinesinde Allah’ın fiillerine ait manayı temaşa etmek anlamına gelebilir. Yani fani ve zaman, mekân kaydı altında olan fertlerden, mekân ve zaman kaydından azade olan bir vahdet ayinesi anlamına gelen nev’e bakmak. Ve nev üzerinde Allah’ın fiillerine ait bir hüsnü seyretmek. Allah’ın fiillerine ait manalar ise, O’nun Rububiyyetini ifade ediyor. Bunu yedinci Şuadaki ‘Rububiyyeti Mutlaka’ hakikatinden rahatlıkla görebiliriz. Allah’ın Rububiyyeti, fiilleri ile kâinatta olan tasarrufunun ifadesidir.
Madem Cenab-ı Hakk her bir cüz’îyi, küllîyi gösterebilecek kabiliyette yaratıyor. Yani cüz’îdeki tasarruf, küllîdeki tasarrufun bir cihette aynısıdır. Umum kâinatta nasıl tasarruf ediyorsa aynı tasarruf; bölünmeden, parçalanmadan, inkıta’a uğramadan, artmadan, azalmadan, bir fert olan bir tek zerrede de caridir. (Bu mana; Muhiddin-i Arabî hazretlerinin on sekiz bin âlemi bir zerrede görmesini akla yakınlaştırıyor. Çünkü; kainatta cari olan tasarruf ne ise bir zerre ayinesinde müşahade olunan tasarruf da aynı odur) Öyle ise küllîdeki idare ve hâkimiyet kime ait ise cüzideki tasarruf da ona aittir. Öyle ise külliyi kim yaratmışsa cüzîyi de o yaratmıştır. Öyle ise küllîye müdahale edemeyen cüz’îyye de müdahale edemez. Bir tek yavruya süt vermek, külli ve umumi iaşe fiilinin sahibine ait olabilir. Bir tek kişiye şifa vermek külli ve umumi şifa fiilinin sahibine ait olabilir. Bir tek insana iman ile hidayet etmek hidayet fiilin sahibine ait olabilir. Başka olamaz.
Bu manalar bizi şirkten kurtaran manalardır. Risale-i Nur’dan öğreniyoruz ki def-i mefâsid, celb-i nef’a müreccahtır. Şirki terk etmek, imanı elde etmekten daha önceliklidir. Kelime-i Tevhidin de önce diğer ilahların reddi ile başlaması da buna işarettir. Eğer şirkten kurtulursak, tevhide gireriz. Demek ikinci şuanın birinci meyvesi bize iman budur diye tarif etmeden önce bizi şirkten kurtarmayı hedefliyor. Birinci meyve de, şirkin azim bir zulüm olduğu ifadesi ile itmam oluyor. Kuddüs ismine mazhariyetin bir cihetinin de şirkten temizlenmek olduğunu düşünebiliriz. Zira batıl itikatların manevî kirlerden olduğu orada ifade ediliyor. Şirkin, küçük bir parçayı sahiplenmenin çok ötesinde olduğunu görüyoruz. Bir annenin “bu sütü bebeğime veren benim” demesi külli ve umumi iaşe fiilinin sahibi olduğunu iddia etmesi manasına geliyor. Çünkü bir yavruya sütün verilmesi cüzî bir fiildir ve küllî ve umumi iaşe fiilinin sadece küçük bir ayinesidir. Bu ayineye sahip çıkmak, ayinede görünen küllî fiile sahip çıkmak manasına geliyor.
Bu tefekkürden hareketle kendi hayatıma dair şöyle bir enfüsî tefekkürde bulunabilirim. Kendi konuşmamın bana ait olduğunu düşünerek temlik etmem, Cenab-ı Hakkın tekellüm fiiline sahiplik iddia etmek; gözümün görmesini sahiplenmek Cenab-ı Hakkın Basir isminden gelen fiile sahiplik iddia etmek, işitmemi sahiplenip benimdir demen Cenab- ı Hakkın Semi isminden gelen fiiline sahiplik iddiasında bulunmak manasına geliyor. Madem bizde görünen bütün fiiller Canab-ı Hakkın külli ve umumi Rububiyyetinin cüz’i ayineleridir öyle ise üzerimde görünen hiçbir fiili sahiplenemem ve sahiplenmem şirki işmam eden bir durum olur. Bu konu ene bahsinde daha derin anlaşılabilir. Demek üzerimde görünen bütün cüz’î fiiller, yani benim gibi bir tek fertte görünen fiiller (görmek, işitmek, konuşmak, gadap, muhabbet, vbg) Cenab-ı Hakkın külli ve umumi fiillerine sadece birer ayinedir. Benim vazifem bu küçük ayinemde görünen cüz’î fiillerden Cenab-ı Hakkın külli ve bütün kâinatta iş gören fiillerine intikal etmektir. Yani her özelliğim bana Rabbimden bir habercidir. Onların lisanını dinleyip bu külli manalara intikal etmekle cüziyetten külliyete çıkmam mümkün olur.
Bu çerçevede ikinci şuanın bu cümlesini yeniden dinleyelim: “Evet, bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık; bir küçük ayine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük ayineye dönüp o neve mahsusu cilvelenen bir çeşit cemal-i İlahî’yi gösterir. Ve fani, muvakkat olan güzellik ile bâkî bir nevi hüsn-ü sermedîyi irâe eder. Ve Mevlana elâleddin’in dediği gibi اٰنْ خَيَالاٰتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْت عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْت sırriyle bir âyine-i cemal-i İlahî olur. Yoksa eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüz’î meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemal, ne de o ulvî kemâli gösterir. Ve içindeki cüz’î bir lem’a dahi söner, kaybolur. Âdeta başaşağı olup elmastan şişeye döner.”
Mesela kendi görmemi bir ayine olarak kullanıp Allah’ın Basir ismine ulaşabilecekken ‘bu göz bana ait ve gören benim’ dediğimde kudsî cemali gösterecek bir ayineden şişe derekesine iniyor. Acaba gözüm ve daha ince bir mana olan görmem Allah’a ait olsa, O’nu gösteren bir nakış olsa daha mı kıymetli olur, yoksa bana ait olsa mı daha kıymetli olur?
Belki de dördüncü şuadaki ‘ayinenin bekasına yapışmak’ ifadesi, ‘şişeye döner’ manasının izahıdır…
İkinci Şuanın birinci meyvesindeki üç misalin sonunda zikredilen cümle ile tamamlayalım: “işte bu üç misale kıyasen, daire-i kesretin müntehasındaki cüz’iyatın, cüz’iyat-ı ahvalinde tevhid noktasında cemal-i İlahi’nin ve kamal-i Rabbanî’nin binler envaı ve yüzbin çeşitleri onlarda temerküz cihetinde görünür, anlaşılır, bilinir, tahakkuku sabit olur.” Yani fertlerde ve onların hallerinde İlah’a ait kemal ve Rabb’e ait cemal müşahede edilebilir. Otuz ikinci Söz’de zikredilen sayfalara bakacak olursak bizi sınırlı fertlerin had ve hududundan alarak taa manevî Cemal ve Kemale kadar götürüyor. Aklımızı, fikrimizi Risale- i Nur’un kelimelerine bindirebilirsek ve kalbimizi ve ruhumuzu ona ayine yapabilirsek burak mîsal, belki refref misal olup bizi oralara taşır inşallah.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.