İktisat manevî şükürdür

İktisat Risalesi yazıları-2

Şükrün pek çok çeşitleri var. Küllî şükür, örfî şükür, câmî şükür, manevî şükür, hakiki şükür, azametli şükür, halis şükür, umumî şükür, fıtrî şükür. Bu şükür çeşitlerinin her birinin ayrı ayrı özellikleri var. Namaz camî şükrün ifadesi iken, örfî şükür ise; maddi ve manevi tüm azâlarını Allah’ın emrettiği yere sarf etmek anlamına geliyor. Ve tüm şükredenlerin şükürlerince şükretmek ise küllî şükür. Hem insanlarda hem de hayvanlarda bulunan, rızka iştah ve iştiyak duymak ise fıtrî şükür.

Maddi ve manevî tüm rızıkların içinde zevk ve lezzet var. Hem insan hem de hayvan bu lezzet ve zevki alıyor. Bu zevk ve lezzet hayvan için istisnasız olarak gayr-i şuurî bir şükür iken insan için itikadına göre değişiyor. Ya şükre ya da şirke götüren bir yol oluyor. Nimetten in’am fiiline ve in’am fiilinden o fiilin faili olan Mün’im-i Hakikî’ye giden yol bulunabilirse rızıktaki lezzet ve zevk doğrudan doğruya huzura çıkaran bir yol oluyor. O lezzetin ve zevkin, kendisi için Rahmetin bir iltifatı olduğunu bilmesi ile insan Rahman’ür-Rahîm’e müteveccih olup “ya Rabbii, senin bu cüz’i nimet vasıtası ile tattırdığın lezzet bu kadar harika ise Senin Rahmetinin Cemali nasıldır? Rahîmiyetinin cemali nasıldır? Esmanın cemali, sıfatının cemali ve şuunatının cemali… derken o nimetteki lezzet ve zevkin içinde adeta huzura çıkartan bir miraç yolu bulur. “Evet, bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık, bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp, o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemâl-i İlâhîyi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellikle, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irâe eder.” (İkinci Şua Birinci Makam, Birinci Meyve)   

İşte nimetten, nimeti verene intikal etmek manevî bir şükür manasını taşıyor. Nimetin kıymetini bilmek ise; o nimetin beni nereye taşıyacağından haberdar olmakla alakalı.

Gelelim iktisadın manevi şükür olmasına.

İktisat; kendisinde fayda olmayan şeyin yapılmaması ve her şeyin bir kasıt, bir gayeye müteveccih olması anlamını taşıyor. Mesela; bir fabrikanın belli sayıda işçiye ihtiyacı vardır bu belli sayıyı tam tutturmak iktisattır. Bu sayıdan fazla iş gücü ise fabrikayı zarara sokar, gereksizdir, israftır. Aynı şekilde bu sayının altında işçi çalıştırmak da verimi olumsuz etkiler yani; bu da israftır, ölçüsüzlüktür. İnsanın bedeni de bir fabrika gibidir, çalışmasını sağlıklı devam ettirmek için belli bir girdi ister. Girdinin fazlası da eksiği de israftır. Helalinden de olsa tok iken yememek esastır. Burada bir başka cihet var ki o da şükre bakıyor. Nimetler şükür için verilmiştir. Öyle ise şükürsüz ama gerektiği miktar kadar yemek de israftır. Yani; gayeye uygun hareket etmemektir. Çünkü nimetten gaye şükürdür.

Çeşit çeşit yiyecekleri sadece lezzet için ardı ardına yemek, o nimetlerin içindeki hakiki lezzeti taktir edebilecek bir kadirşinaslıktan bizi ırak edecektir. Böylelikle insan nimet içindeki hakiki lezzeti ve o lezzetlerden, lezzeti verene gidecek yolu bulamaz olur ki bu da insanı şirke götürür. Lezzeti sebeplere vermeye başlar ve sadece dil ile aldığı lezzeti takip etmekle Rahmet hazinelerine bir müfettiş olma makamından taa hayvandan daha aşağı bir derekeye sukut eder.

Halbuki iktisat ile sarf etse, ihtiyaç miktarınca ve içindeki lezzetin kendisine rahmetin bir iltifatı olduğunu düşünse “bu nimet doğrudan doğruya Allah’tan geliyor” diye derk ederek tevhide girse, kainatın kuruluşundan taa kıyamete kadar tüm rızıklandırılanlar adedince, onlara verilen nimetler ve o nimet içindeki lezzetler adedince şükredebilir. Kendi rızıklandırılışından dünyadaki tüm mahlukatın rızıklandırılışına ve bu eserden de in’am fiiline bakabilir. Oradan kalbi ile Mü’ime yol bulur.

Bu yol bize hiç de yabancı değildir. Her namazda Fatiha okumak ile “Allah’ım Sen geçmişte in’am etmişsin, in’am Senin fiilindir. Onlara nimet verdiğin gibi bize de ver. Bizi kendisine in’am ettiklerinin yoluna ilet. Sırat-ı müstakime…” diyoruz. Nimeti in’am fiilinin sahibinden istiyoruz. Ve israf demek olan aşırı uçlardan yani; ifrat ve tefritten kurtularak iktisadı yani; ölçülü olmayı yani; iffet, şecaat ve hikmeti istiyoruz. İmtihan için ve ahseni takvime ulaşmamız için fıtraten had konulmamış olan kuvvelerimizi (kuvve-i akliyye, kuvve-i gadabiyye ve kuvve-i şeheviyye) ölçüde tutabilmek, dengeye getirmek, insaniyet şerefine uygun yaşayabilmek ve ebedi saadeti elimizden kaçırmamak için dua ediyoruz yani ettiriliyoruz. Bu sureyi günde en az kırık defa okumayı üzerimize vacib kılan Allah’a hamd olsun. O, bize ne isteyeceğimizi öğretmeseydi ne isteyeceğimizi nereden bilecektik? Nasıl isteneceği konusunda da bize bir rehber-i ekmel göndermese idi kimi takib edecektik?

Nimetin nimet olması, kıymetinin anlaşılıp içinden Mün’im’e yol bulunması iktisat ile mümkün. Manevi şükrün şartı olan kıymet bilmek, Allah’a aidiyeti o nimet vasıtası ile derk etmek, Cennetin bâki zevk ve lezzetini bir derece tatmak ancak iktisat ile ulaşılabilecek şeyler. Nimetin gayeye uygun kullanımı demek olan iktisat ise, şükürle mümkün çünkü nimetlerin veriliş gayesi şükür.

Nimet deyince evvel emirde aklımıza maddi rızıklar yemek, içmek giyinmek ve barınmak geliyor ki bunlar temel ihtiyaçlarımız. Elbette bunlar üzerinden tefekkür etmek önemli. Bunun kadar manevî nimetler ve umumî nimetler üzerinden de tefekkür etmek ufkumuzu genişletecektir. Göz gibi maddi bir nimetle beraber ‘görmek’ nimeti de bize ihsan edilmiş. Göz, görmek içindir, ‘ene’ de “ben görenim” demek içindir. “Gören olmak” ne demek kendi nefsimizde tatmak ve tartmak içindir.

İnsanın ihtiyaçları diğer mahlukunkinden çok daha fazla çünkü insan rahmet hazinelerinde ne var ne yok tatmak ve tartmak ile ve tüm onlara şükretmek ile vazifeli. Küllî şükür insana has olduğundan külliyet  kesbetmeye müsait bir ruh da ona verilmiş. Ve bir insan diğer mahlukatın bir nevi hükmünde.

İnsanın ulaşmadığı nimetler için bir mesuliyeti yok. Verilen nimetler ise şükür istiyor ve şükür ile hakiki nimet oluyor. Hatta şükredilmeyen nimet hakikatte nimet iken bir nikmete dönebiliyor. Yani insanı ferahlandırıp Rabbisine götürecek bir şey iken şekva konusu olabiliyor. Böylelikle “şükrederseniz nimetlerimi arttırırım” vaadinde bulunan Rabbine karşı hürmetsizlik etmiş oluyor. Şükürsüz insana artık dünyalar da verilse ona fayda dokundurmuyor. Zira Âlemlerin Efendisi de “aza şükretmeyen çoğa de şükretmez”( Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/278, 375) buyurmuş. 

Şükredebilmek için nimete bir kasıt ile bir gaye ile bakmak gerekiyor. O nimetten nimeti verene intikal etmek kastı ile. Nimetteki hususiyetlere akıl ve kalb ile dikkat ede ede ve kendindeki ölçücükler ve mizanlar terazileri ile onları tartarak, ölçerek onlarda derç edilen ve o perdeler arkasında hükmeden tayin, taktir, tanzim, rahmet, ilim, hikmet, sun, inayet, irade-i tahsin, kasd-ı tezyin, lütuf, kerem, teveddüd, Taarrüf, irade-i nimet, terahhum, tahannün, şefkat, cemal ve kemal gibi manalara ulaşmak.

Adeta Rabbimizden bize gönderilen her bir nimet Allah’ın bizi kendine celb etmek için attığı bir çengele veya bize indirdiği bir asansöre benziyor ki onun vasıtası ile O’na gidelim, O’nu tanıyalım ve sevelim. Perestiş edelim çok derin şükredelim. İnsan zaten bu fıtratta yaratılmış. İhsana karşı teşekkür ve minnet her insanda var. Eğer hakiki sahibini bulmaz ise sebeplere, insanlara, doğa adını verdiği mevhum varlığa teşekkür ediyor ve kalben minnettar oluyor. Kalbinde bu istidat olduğu için her halükarda minnet besleyecek ve şükranlarını sunacak. Buna layık olan Zat’ı bulamazsa Allah’ın kendisine verdiği kalb ile bir mahluka muhabbet edecek, kalbindeki perestişi ona verecek. Allah’ın verdiği baş ile başkalarına serfuru edecek. Allah’ın verdiği dil ile başkaları medih ve sena edecek. Buna rağmen Allah insana hep hidayet vesileleri sunacak, kendisine gelecek vesileler gönderecek kah iflas ettirecek, kah musibet ve hastalık verecek ki azcini anlayıp yönelsin kendisine. Ve Allah’tan gelen hidayet tecellilerine kasten ve bilerek kapısını kapatanlar müstesna her arayan, her yönelen O’nu bulacak ve Allah dilediği kulunun kalbine hidayet nurunu yerleştirecek. İşte kulu Rabbisine bağlayan, intisab ettiren o hidayet nurudur. İman hem nurdur hem kuvvettir.

Üzerinde tefekkür edilmeye en çok layık olan en büyük nimet de bu hidayet nimetidir. Risale-i Nur’da (İkinci Şua dahil) en sık zikredilen nimetler: hidayet, rızık ve şifadır ki bunlar insanların nazarını daima Rabbe tevcih eder. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.