İlk Çağ'da tek tanrılı dinin olduğunun kanıtı var mıdır?

İlk Çağ'da tek tanrılı dinin olduğunun kanıtı var mıdır?

İlk insan aynı zamanda ilk peygamberdir ve bütün peygamberlerin getirdiği din de tevhid dini olan İslamiyet'tir.

. İlk Çağlarda da kavimler inançlarını değiştirip putperestlik başta olmak üzere farklı inançlara yönelmiş olsalar da, bu İlk Çağlarda tek tanrılı dinin hiç olmadığı anlamına gelmez. Nitekim bilimsel araştırmalar da İlk Çağ'dan beri tek tanrılı dine inanan insanların olduğunu teyid etmektedir. Zaten bu konuda temel kaynağımız Kur'an-ı Kerim'dir.

Allah inancı ilkel dinlerde ve diğer inanç sis­temlerinin hemen hepsinde vardır. İlkel din araştırmaları için uygun bir alan ol­duğu kabul edilen Avustralya'da sürdü­rülen araştırmalar sonunda ilk inanışlar için fetişizm, totemizm ve animizme da­yalı olarak yapılagelen antropolojik açık­lamalara bir yenisi ilâve edilmiştir. Ya­şayan en düşük kültür seviyesine, dü­şünce şekillerinin en uzak eskiye daya­nan kalıplarına ve beşerî hayatın en ka­ba şekline rastlanan Avustralya'nın gü­neydoğusundaki ilkel kabileler üzerinde yapılan son çalışmalar, onların yüce bir varlığa inandıklarını ortaya koymuştur.

Eski antropolojik teorilerle açıklanması­na imkân bulunmayan bir inanışa göre, ölüm öncesinden itibaren var olan yüce tanrı (kamunun babası) göklerin üzerin­de varlığını hâlâ sürdürmekte, insanla­rı ve davranışlarını gözlemektedir. Orta Avustralya'daki Atnatuların inancına gö­re ise, varlığı kendinden olan, göklerde ikamet eden, lutufkâr ve ezelî bir tanrı mevcuttur. Dinler tarihi alanında yapı­lan bu tür yeni araştırmalar, ilkel inanış­larda Allah'ın birliğine dayalı bir telak­kinin bulunduğunu, politeizmin bir sap­ma olarak sonradan ortaya çıktığını belgeler durumdadır.(bk. ERE, VI, 243-247) Bu sonuç semavî kitapların beyanına da uygun düşmektedir.

Asur-Bâbil dininde çok tanrıcı bir inanç sistemi tesbit edilmekle birlikte, özellik­le Asurluların inanışına göre küçük tanrılar, yüce tanrı Asur'un karşısında ger­çek birer varlık olmayıp, sanki onun fark­lı isimler almış görünümlerinden ibarettir.

Budizm'de tanrı inancının bulunmadı­ğı söylenirse de aslında konu o kadar açık ve kesin değildir. Gerçi mevcut bilgi ve belgelere bakılırsa Buddha'nın kendisi duyular ötesi âlem, vahiy ve âhiret gibi teolojik konulara iltifat etmemiş, eski Hint Sankhya felsefesine uyarak kâinat­ta ilâhî müdahalenin bulunmadığı izleni­mini vermiştir. Fakat Budizm metinlerinin Buddha'nın yaşadığı dönemden asır­larca sonra redakte edildiği unutulmama­lıdır. Aynca onun bu tutumundan ate­izm sonucu çıkarılmasının doğru olma­dığı ve talebelerinin de böyle bir sonuca varmadığı bilinen bir gerçektir. Sonraki gelişmelerde Budizm'in tanrı anlayışına yer verdiğini, hatta Buddha'nın kendisi­nin bile tanrılaştırıldığını belirtmeliyiz.

Çin dinlerinde önceleri monoteizmi an­dıran bir tanrı inancı hâkim iken, son­raları Shangti adlı semavî tanrının yanı sıra gök ve yer ruhlarının mevcudiyeti kabul edilip bu ruhlar tanrılaştırılmış ve böylece çok tanrıcı anlayışa kaymalar olmuştur. Bununla birlikte Çin'de tek tan­rı inancının dejenere edilmesine karşı sık sık tepkiler de meydana gelmiştir.

Eski Mısır dininde güçlü bir tanrı inan­cının bulunduğu şüphesiz olmakla birlik­te bunun tek tanrıya mı, yoksa bir nevi çok tanrı (henotheisme her kavim için bir tanrı inancı) esasına mı dayalı olduğu hu­susu araştırmacılar arasında tartışma konusudur. Mısır metinlerinde nitelendi­rilen tanrı, “Her şeyi yaratan, ezelî, dehrin sahibi, ilmi sınırsız, görünmeyen ama duaları kabul eden” ulu bir varlıktır. Ancak bu vasıflar birden fazla tanrıya da yöneltilmiştir. Bu ikinci derecede tanrılar, tek tanrının çeşitli isimleri ve te­cellileri olarak da kabul edilebilir.(bk. ERE, VI, 275)

Nitekim Kur'an'da Hz. Yû­suf (as)'ın Mısır hapishanesindeki mahkûm­lara hitaben söylediği,

“Allah'tan başka taptıklarınız sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimlerden başka bir şey değildir.”(Yûsuf 12/40)

mealindeki sözü de bu son görüşü destekler mahiyettedir.

Zerdüştîlik öncesi İranlılar Ari ırk ola­rak Hindûlarla temelde aynı inancı pay­laştılar. Zerdüşt'ün getirdiği anlayışa göre ise Tanrı (Ahura Mazda) yüce ve bir tek olup cevheri maddî değildir; rahîm ve alîm, her yerde hâzır ve nazırdır; değişmeye tâbi değildir. Ancak Ahura Maz­da'nın kudreti bir anlamda sınırlıdır. Çünkü mahiyeti bakımından ona tamamen zıt bir ruhanî güç daha vardır ki belli bir süre içinde Ahura Mazda'nın iş­lerine karşı gelip kötülüklere yol açabi­lir.

Daha sonra kaleme alınan dinî me­tinlerde Ahura Mazda yüceliğini koru­makla birlikte mutlak birliğini kaybetmiştir. Klasik anlayışta tanrının sıfatları olarak geçen özellikler şahıslaştırılmış ve tapınma konusu haline getirilmiş, ateş de tanrının oğlu olarak tarif edilerek ona tapınılmıştır. Aynca Zer­düştîlik öncesi tanrılara benzeyen tabiat tanrılarına Yazatalar adı verilerek Ahu­ra Mazda ve onun başmelekleriyle bir­likte bunlara da tapınılmıştır. Bu ise Zerdüştîliğin temelde tevhidci olan anlayı­şından bir sapmadan ibarettir.

Eski Türklerin millî geleneğinde, sem­bolik anlamlar taşıyan kurt ve kartal gibi hayvanlara gösterilen ihtimamdan hareket eden bazı araştırmacılar, onla­rın dininde totemcilik unsurlan aramışlarsa da Türklerin içtimaî, hukukî ve iktisadî hayatlarının totemciliğin öngör­düğü kalıplara uymadığı bilinmektedir. Ayrıca bozkır Türk inançları ile Saman­lık arasında bağlantı kurulması hususu da yerleşmiş fekat eksik bir yaklaşım­dır. Zira Samanlık din olmaktan çok si­hir karakteri taşıyan bir vecd tekniği olarak tarif edilmektedir. Şifacılık, ölü ruhlanyla temasa geçme ve onların za­rarlarını giderme, cin ve perilerle ilişki kurma gibi gayelere yönelik bu tür tek­niklerin, çoğu ilkel dinler gibi bozkır Türk inançlarında da yer aldığı bilinmektedir. Ancak yine de eski Türklerde Samanlık, onların dinlerini temsil edecek kadar şü­mullü bir fonksiyona sahip görünmemektedir. Aynı durum, atalarına ait hâtıraları aziz sayan eski Türklerin bu özellikleriyle bir tür atalar ibadetine mensup oldukları şeklindeki yorumlar için de söz konusudur. Nitekim ölen ataları yan-tanrı sayma, onlara insan kurban etme, ölen atanın yanına karısının ve maiye­tinden birinin gömülmesi gibi atalar kül­tünün karakteristik inanç ve uygulamaları eski Türklerde bulunmamıştır.

Bozkır Türk topluluğunun asıl dini Gök Tanrıya inanma ve ona ibadettir. Bu inanç sisteminde “Tengri” (tanrı) yaratıcı ve mutlak kudret sahibi bir varlık olarak düşünülmüş, yüceliğini belirtmek mak­sadıyla “semavî” olarak nitelendirilmiş ve genellikle Gök Tanrı diye anılagelmiştir. İnsanların mukadderatını tayin eden, hayata doğrudan müdahale eden, emreden ve emrine uymayanı cezalan­dıran tanrı hayatın ilkesi olup ölüm de onun iradesine bağlıdır. Tanrı kanun­dur, hakikattir; insanlar fâni, o ise ezelî ve ebedîdir. Bütün bu vasıfların yanında tanrı birdir. Eski Türk dinine ait bütün veriler, araştırmacıları bu inanç sistemi­nin tek tanrı esasına bağlı olduğu yö­nünde düşünmeye âdeta mecbur etmektedir. Nitekim Türklerin İslâm dini­ni kısa zamanda ve kitleler halinde benimsemelerinde, öteki âmiller yanında, onların eski inançları ile İslâm'daki tan­rının birliği ilkesi arasında bir uygunluk veya yakınlık görmelerinin de etkili olduğunu söylemek mümkündür.

İslâm öncesinde Arapların puta tap­tıkları bilinmektedir. Kur'an'da bu ko­nuya sık sık temas edilmekte, bazı âyet­lerde putların isimlerinden de söz edil­mektedir. (bk. meselâ Necm 53/19-20; A'râf 7/180; Râzî, Tefsir, IV, 477) Bununla birlikte onların, muhtelif kabi­lelere ait olmak üzere sayısı yüzlerle ifa­de edilen putların üstünde bir yüce tanrının bulunduğu inancını taşıdıkları da an­laşılmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm, onların de­yişiyle “Allah”, “Aziz” ve “Alîm” diye ad­landırdığı bu yüce tanrının kendilerini ve bütün kâinatı yarattığına, güneşi ve ayı belli bir nizama bağladığına, yağmur yağdırmak suretiyle yeryüzünü canlıla­rın beslenmesine elverişli hale getirdi­ğine inandıklarını haber vermekte ( bk. meselâ Ankebût, 29/61, 63; Zuhruf,  43/9), ayrıca onların bu Allah adına ye­min ettiklerini(En'âm 6/109; Nahl 16/38), hayatlarının sıkıntılı ve tehlike­li dönemlerinde O'na sığındıklarını (Enam 6/40-41; Yûnus, 10/22) ve O'nu Kabe'nin rabbi kabul ettiklerini (Kureyş, 106/3) ifade etmektedir. Yine Kur'an, Câhiliye Araplarının bu yüce tanrı (Allah) inancının yanında putlara tapmalarının, putların kendilerini Allah'a yaklaştıracağı ve Onun nezdinde şefaatçi olacağı ka­naatine bağlı olduğunu haber verir.(bk. Yûnus 10/18; Zümer, 39/3) Diğer bazı âyetler, Câhiliye Araplarının “Yüce tanrı” anlamındaki Allah inancının başka be­lirtilerine de temas eder.(bk. Cevad Ali, VI, 104-105)

Bazı yazar­lar Câhiliye Araplarında tesbit edi­len yüce tanrı inancının Yahudi ve Hristiyanların tesiriyle oluştuğunu, en azın­dan bu tesirin söz konusu inancın oluş­masında önemli rol oynadığını öne sü­rerler (İzutsu, s. 99-105). Temelde tek tann inancına dayanan Yahudilik ile Hristiyanlığın bu tür tesirleri teorik ola­rak mümkün görünmekle birlikte. İs­lâm öncesi Araplarının yabancı etkilere açık olabilecek bir din arayışı duygusun­dan uzak bulunmalan ve gerek Yahudi gerekse Hristiyanlarla olan olumsuz ve­ya ilgisiz münasebetleri, ileri sürülen bu görüşün doğruluğuna fazla şans tanıma­maktadır. Bilindiği gibi Arapların ken­di ülkelerinde Hristiyanlar yok denecek kadar azdı. Yesrib (Medine) civannda yer­leşen Yahudi kabileleri de o bölgenin Arapları tarafından etkileri altında ka­lınacak ölçüde sıcak karşılanmış değildi.

Ayrıca Arapların puta tapıcılığı ve yüce tanrı anlayışı içinde ne Yahudi antropo­morfizminin ne de Hristiyan teslis inancının izlerini görmek mümkündür. Buna göre İslâm öncesi Araplarının dinî ha­yatında görülen yüce tanrı inancını Hz. İbrahim (as)'den kalan Hanîf dinine dayan­dırmak daha isabetli olacaktır. Nitekim Hz. Peygamber (asv)'in ve daha birçok Arap kabilesinin soyu İbrahim (as)'in oğlu İsmail (as)'e ulaşmaktadır. Muhtelif âyetlerin beya­nından anlaşılacağı üzere Hz. Muhammed (asv), ebedî kurtuluşu gaye edinen ev­rensel çağrısıyla ortaya çıkarken bu çağ­rısını, hitap ettiği kitle nezdinde kabul görmüş bulunan ve kısaca Hanîf diye adlandırılan inanç üzerine oturtmuştur. Bunun karşısında müşrikler ve özellikle Yahudi ve Hristiyanlar İbrahim (as)'in dinine (millet) sadık kaldıklarını iddia etmişler; Kur'ân-ı Kerîm ise İbrahim (as)'in Yahudi, Hristiyan veya müşrik değil Allah'ı bir tanıyan bir Müslüman (hanîf-müslim) ol­duğunu kesin bir dille ifade etmiş(Âl-i İmrân 3/67), hidayet ve kurtuluşun an­cak İbrahim (as)'in dinine uymakla gerçek­leşebileceğini bildirmiş, hem Hz. Peygamber (asv)'e hem de Yahudî, Hristiyan ve müşriklere bu dine uymalarını emret­miştir.(bk. M. F. Abdülbâki, Mu'cem, “ha­nîf”, “hunefâ1” madeleri) Hz. Peygamber (asv) de tebliğ ettiği dinin Yahudilik veya Hristiyanlık değil müsamahakâr bir tek tanrıcı din (el-Hanîfiyye es-semha) oldu­ğunu (Müsned, V, 266; VI, 116, 233) ve Al­lah nezdinde makbul sayılacak dinin bu özelliklere sahip bulunması gerektiğini ifade etmiştir.(Buhârî, “îmân”, 29; Tirmizî, “Menâkıb”, 32, 64; Müsned, 1, 236) Bü­tün semavî dinlerin değerlendirmesine göre peygamberler içinde önemli bir ye­ri olan Hz. İbrahim (as)'in dinine sadık kalan tek din, son peygamberin tebliğ ettiği İslâmiyet'tir. Hz. Muhammed (asv)'in peygam­ber olmadan önceki dinî hayatı ve ilk muhataplarının gönüllerinin derinlikle­rinde yatan inanç da bu dine yakındı. O evrensel çağrısını bu inanç temeli üzeri­ne oturtmuş ve bundan dolayı muvaffak olmuştur.(DİA. Allah Md. Çeşitli Dinlerde Allah İnancı)

İnsanlık tarihi araştırmalarında tevhid inancının temel inanış olduğu, çok tanrılı ve putperestlik gibi inanışların sonradan insanlar içerisinde yayıldığı görülmektedir. Aksi görüşler hiç bir zaman gerçeği yansıtmamaktadır.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.