M. Nuri BİNGÖL
“İnayeti” belli bir sahaya münhasır mı bilmek?
Hayat balkonları insana ne düşünceler hediye eder, hangi hayalleri tasavvura, hangi tasavvurları “taakkul”a inkılap ettirir; haddi hesabı yok.
Hele o hayatın temâşa yeri ya Beşevler tepesine, ya da Uludağ sırtlarından bir mekâna nazar ediyorsa…
Rüzgâr seslerinde kıvranan hisler de ne? Bunlara kimi hayal der, kimi geçmişin ayak sesleri… Ne denirse densin, “tatbik-i nazariyat”ın “icraat” – ya da “hakikat”- rengine bürünmesinin ilk adımı bunlar değil midir?
“Nur-u fikir, ziya-yı kalb ile ışıklanıp mezc olmazsa zulmettir.” Ama… “ Zulüm fışkırtır” zira…
Bizim fikrimiz hür olmalı daima; ama her zaman “ abdullah” olduğumuzu akıldan çıkarmamak kaydıyla… O halde fikir ve idrak hissimiz gibi, “letaif-i aşere” misali “latife-i bâtına”mız da, hayallerimiz de “abdiyet” şuuru içinde olacaktır, olmalıdır.
Demek istediğimizin hülasası şu: Hangi halin tedaisiyle olursa olsun, müminin zannı – veya hayali- aslında duadan başka bir şey değildir. Kötü gibi gelen rüyaların bile iyiye yorulması, bizi “en çok seven” birine anlatılması talimatı ve emr-i Peygamberi (asm) de aynı noktaya bakar, baktırır.
Bilinir: Eğer bir temenni “istidat lisanı” şekline bürünmüşse, hele bir de “esbabın içtimaı” “Müsebbebü’l-Esbab” olan Hakim-i Mutlak’ın “dilemesi”ne de denk düşmüşse, ayrıca, o kalbi ya da kavli temenni, “ihtiyac-ı fıtri” ve toprak-su-ateş-ziya gibi “hilkatle alakalı” unsurların “Cadde-i Kübra”sı ile fırdolayı kuşatılmışsa, son sür’at “akıtılan” ırmağı tersine çevirme “bedbaht”lığına düşmekten ne koruyacaktır onları?
Vadi ses verip ses almakta; sükûtuyla bile bangır bangır haykırmaktadır.
Vakit ikindiyi devirmiştir; yamacın doğusuna düştüğünden, son sürat ufka akmakta olan güneşin sarışın ışıklarıyla parlamaktadır.
Hakim renk, elbette çam yeşili…
Kendilerinin “sır sır” dediği, umum ilim dünyasının ya “cır cır böceği” ya da “ağustos böceği” dediği hayvancık, kendi nevinin “andelib”liği vazifesini hakkıyla yapmaktadır, tepenin sere serpe nazar ettiği şehrin bir kısmındaki düzenli belediyeciliğe şahitlik yapmaktadır.
Çam dallarına takılı nice tecelli avâzesi, “ Çamdağı’ndan esen yeller…” mısralarını seslendirmeye aşeren yüreğini susturmalıdır nihayet. Çünkü Yüce Resul (asm) buyurmamış mıdır ki, (evkemekal) “ İçinde Allah’ın ya da benim zikrim – hatıram, bahsim- bulunmayan sohbette hayır yoktur.” diye?..
O yüzdendir ki beraber bulunduğu kardeşcikleriyle hemen “eften püften” – malayani- meselelerden evvel, bir bahis okuyarak O’nu zikretmelidir.
“Evet, MİN RABBİHİ lafzı kahrı değil; rahmeti ifade ediyor. Çünkü Hazret-i Muhammed (asm)’ın ümmeti, kendisine iman ve itaat ettikleri için rahmete mazhar olmuş ve takatleri nisbetinde evamir ve nevahi-yi İlahiye ile mükellef kılınmışlardır. Bu sebeple Kur’an, kahrdan ziyade rahmet-i İlahiye’yi gösteren hükümler ihtiva eder. Hem de Ümmet-i Muhammed (asm)’a hürmeten isti’sal azabına maruz kalmamış, topyekün helak edilmemişlerdir. İşte, RABBİHİ, “O’nun ( Hazret-i Muhammed’in) Rabbi “ tabiri böyle bir rahmeti ifade eder…
Hem RABBİHİ lafzı şu hakikatı ifade ediyor ki: Hazret-i Muhammed (asm), hem kainat ağacının çekirdek-i aslisi, hem de Kur’an vasıtasiyle kainatın netice-i hılkati olan ubudiyet-i insaniyeyi en mükemmel bir surette ders vermesi cihetiyle kainat ağacının en mükemmel meyvesidir. Bu sırra binaen, O’nun Rabb-i Rahim’i, âlemi onun nurundan yarattığı gibi, bütün âlemi de ona hizmetkâr etmiştir. Nasıl ki, bir ağaç, bütün hey’atıyla meyvesine müteveccih olup hizmet ettiği gibi, mevcudat-ı âlem de şecere-i kainatın meyvesi olan Rasul-ü Ekrem’e (asm) müteveccihdir ve onun diniyle – Şer’-i Şerifiyle- ayakta duruyor. Hem o Rasul-u Ekrem (asm) dünyanın sebeb-i vücudu olduğu gibi, ahiretin de vesile-i vüsulüdür. O halde, “ O’nun Rabbi”nden murad; “ Bütün alemlerin Rabbi” demektir…
O halde, o Zat-ı Ekrem (asm) umum cin, ins ve melaikenin peygamberi olduğu gibi, bütün alemin de peygamberidir ve bu sebeple ekser enva-ı kainattan birer mucizeye mazhar olmuştur. Üstad Bediüzzaman Said Nursi (ra) hazretleri bu konuda şöyle buyurur:
“Rasul-u Ekrem aleyhisselatü vesselamın mu’cizatı çok mütenevvi’dir. Risaleti umumi olduğu için, hemen ekser enva-ı kâinattan birer mu’cizeye mazhardır. Güya nasıl ki bir padişah-ı zişanın bir yaver-i ekremi mütenevvi’ hediyelerle muhtelif akvamın mecmaı olan bir şehre geldiği vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir; kendi taifesi lisanıyla ona ‘hoş-âmedi’ eder, onu alkışlar. Öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebedin en büyük yaveri olan Rasul-ü Ekrem aleyhisselatu vesselam, âleme teşrif edip ve küre-i arzın ahalisi olan nev-i beşere meb’us olarak geldiği ve umum kainatın hakaikına karşı alakadar olan envar-ı hakikat ve hedaya-yı ma’neviyeyi getirdiği zaman; taştan, suıdan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut ta Ay’dan, Güneş’ten, yıldızlara kadar her taife, kendi lisan-ı mahsusuyla ve ellerinde birer mu’cizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve hoş-âmedi demiş.- Mektubat, Ondokuzuncu Mektub, üçüncü nükteli işaret, s.96” ( Rumuzü’l-Kur’an, c.2, s:54-55)
Bu satırları kaleme aldığım günün önceki gecesi “Leyle-i Berat” idi. Bizim emektara adeta “tıkışıp” ulvi iklimine can attığımız Ulucamii imamının o güzide ve müstecap duasına amin derken nihayetsiz dillerle, o an gelen mail ve kısa mesaj tebriklere en kalbi dualarımla mukabele ediyorum.
Bilhassa genç okuyucu ve kardeşlerimin tebrikleriyle anlatılamaz tahassüslerle doldum. Öylesi arkadaşlarla “darüsselam menziline giden gemide bir hademe” olma şerefini, “Bunlar da nereden türedi? Demek ki…” diye “sui zann” düzen zihinlere bir acıma acıdım ki sormayın.
Birader; mü’minin bir temennisi bile onları bir araya getirmiş olamaz mı? “Kara gecede, kara taş üzerindeki kara karıncanın” nidâsını duyup imdat eden bir Rabb-i Rahim’i de mi, “Seyyidü’l Kevn ü Mekân” (asm)in “min rabbike” ile ifade edilen Sahib-i Kur’an’ın mevcudiyetini de mi hatırlamaz, O’nun (C.C.) inayetini sadece belli bir sahaya münhasır mı bilirsin?
Eğer bir temenni “istidat lisanı” şekline bürünmüşse, hele bir de “esbabın içtimaı” “Müsebbebü’l-Esbab” olan Hakim-i Mutlak’ın “dilemesi”ne de denk düşmüşse, ayrıca, o kalb î ya da kavlî temenni, “ihtiyac-ı fıtri” toprak-su-ateş-ziya gibi “hilkatle alakalı” unsurların “Cadde-i Kübra”sı ile fırdolayı kuşatılmışsa, son sür’at “akıtılan” ırmağı tersine çevirme “bedbaht”lığına düşmekten ne koruyacaktır Zat-ı Alilerini?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.