Ahmet AY
İnkâr etme, ikna et
Bediüzzaman’ın, Kur’an’dan mülhem öğretisindeki başarıyı biraz da nefsi ‘inkâra’ değil, ‘iknaya’ dayalı öğretim metoduna bağlıyorum. (Lahikalar bunun hazinesi...) “Nefsi öldürmek...” üzerine kurgulu terbiye metotlarının günümüz gençlerine pek birşey ifade etmediği kanaatindeyim. Elbette yine bu cevheri içinde taşıyan büyükler olacaktır. Ama irşad avama/genele göre olur. Ve benim de içinde bulunduğum genel; nefsini öldürmeye, ezmeye, hiç müsait değil. Büyük cihadda farklı bir dile ihtiyacımız var.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki; insan iradesini zorlukla kontrol ediyor. Bize lazım olan; bu canavarı daha fazla üstümüze salacak küçük saldırılar değil. (Çünkü yenilirsek, bütün bütün kendimizi onun kollarına bırakma ihtimalimiz de var. Ve çoğumuz böyle bir yol ayrımında yanlışa sapıyoruz.) O canavarı ehlileştirmenin/ikna etmenin yollarını bulmalıyız. Bunun çok dersleri Kur’an’da var. Bediüzzaman, kendi eserlerinde oradan alıntıladığı bu metodu şöyle anlatıyor:
“Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzıyla hakîki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyada bir mânevî cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevî bir cennet bulunduğunu ispat ediyor; ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip, hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-i şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi manevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor.”
Risale-i Nur’da çok örnekleri var bunun. Metinlerle aşina olanlar hatırlayacaklardır. Gıybet, haset, husumet gibi kavramlarda uygulamalarını gösterir Bediüzzaman. Ancak Risale-i Nur’un bu tip eğitimlerinin bir güzel yönü daha var ki; o da, öğrendiğiniz bu metodu artık kendiniz de farklı konular üzerinde kullanabiliyorsunuz. Asâ-yı Musa gibi: Bir kere elde edilince, bir daha bırakılmıyor. Nereye vurulsa, su çıkarıyor.
Ben mesela bu paragrafı suizan ekseninde hemen şöyle uygulayabiliyorum: Tanıdığım (veya yabancım) olan bir insanın, hakkımdaki düşüncelerini kötü tahmin etmek, kötüye yormak, benimle ilgili fikirlerini suizanla değerlendirmek, ondan önce benim dünyama azap olup yağıyor. Artık ne yapsa bana batar hale geliyor. Beni strese sokuyor. Beni kırıyor. Huzur muzur kalmıyor artık.
Belki o bu niyetle de yapmıyor fiillerini. Ama ben bir kere suizana alıştım ya, artık ne yapsa bana batıyor. Öylece durması bile dokunuyor, manidar geliyor. Sadece bu bile nefse hoş gelen kötü işlerin, aslında ona da kötü geldiğini (fakat nedenini farketmediğini) göstermeye yeter. Bence bütün günahlarda böyle bir yön var. Onu nefse gösterebilirsek, ikna olması mümkün. Üzerindeki necaseti gören göz, hiç insana elindeki baklavayı yedirir mi? Nefsin de bir aklı var. Ama kalp gibi çalışmıyor. Aklı olmayan menfaatini nasıl bilsin? Ki, kısa vadede, nefisten iyi menfaatini bilen bulamazsın.
Mesela bu yönüyle ‘bahtiyar doktor’ mektubundaki şu ders nasıl da anlamlıdır:
“Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.”
Çok şey bilmenin, eğer o bilgi insanı ‘asıl bilmesi gerekene’ götürmüyorsa, bir yük olduğu öğretisi; mantıkla birlikte nefse de verilen enteresan bir derstir. Hepimizin şehveti var. Her birimiz kuvvelerimizdeki potansiyeli başka kanallara yönlendirerek oralardan ‘amel’ devşiriyoruz. Burada da Bediüzzaman Hazretleri, kuvvelerinin cazibe merkezi ‘daha çok şey bilme’ olan bir mütefennine, çok şey bilmenin de (eğer doğru bir bakış açısı kuşanılmazsa) bir nevi cehalet olacağını ders vermekle nefsine bir tokat atıyor.
Böyle bir tokadın iki türlü faydası var: Birincisi; hakikatin nerede olduğunu öğretmesi. İkincisi; geçmiş emeklerin ziyan olmasını önlemek çaresini aratması ve yolunu da göstermesi. Ve böylece emekleri konusunda hassas olan nefsi harekete geçirmesi. Yani ikna etmesi... Öyle ya, hangimizin nefsi şimdiye kadar harcadıklarının ziyan olduğunu düşünmek ister? Hangimizin tabiatı iflastan hoşlanır? Ona, kaybettiklerini geri dönüştürmenin bir yolunu gösterirseniz, koşarcasına gider peşinden. Ki nefsin bu tabiatını, Furkan sûresi 70, şöyle ders veriyor:
“Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” Bu ayetteki çift müjde, bu mektupta da ‘bahtiyar doktora’ müjdelenenden çok farklı değil. Önce tövbelerinin kabulü, sonra ise geçmiş seyyiatın hasenata dönüşeceği müjdesi veriliyor. Tıpkı bahtiyar doktora yapıldığı gibi; emekleri konusunda hassas olan nefse, bir çıkış formülü sunuluyor: “Onları da kurtarabilirsin!”
Görüyorsunuz ya, küçücük lahika mektuplarında bile Kur’an’la irtibatlı ne dersler var. Yeter ki, marifete açlığımız geçmesin. Amin.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.