İslam'da akıl ve kalp ne demektir? Kalp mi merkez yoksa akıl mı? Akıl mı kalbe, kalp mi akla bağlıdır?
İslam'da akıl ve kalp kavramları nasıl anlatılır? Kalp mi merkez yoksa akıl mı? Akıl mı kalbe, kalp mi akla bağlıdır? Akıl kalp ittifakı ne demektir? Ayrıca Kur'an mahluk mu degil mi tartışması nedir?
Değerli kardeşimiz,
Duyular, akıl ve sezgi (vahiy ve ilham) başlıca bilgi kaynaklarımızdır. İnsan, bunlarla gerçeğe ulaşmaya çalışır. Duyular bizi dış aleme muhatap eder. Meselâ, gözümüzle renkler alemine, kulağımızla sesler alemine açılırız. Aklımız, duyularla bize gelen intibaları değerlendirir, bunlardan hareketle bazı sonuçlara ulaşmaya çalışır. Söz gelimi, gözümüz su içindeki kaşığı kırık olarak algılar. Akıl ise, bunun bir algı yanılması olduğunu söyler. Duyuları sınırlı olan insanın aklı da sınırlıdır. Gerçeğe ulaşmada akıl çok şeydir, ama her şey değildir. Aklın uzanamadığı alanda sezgi devreye girer. Bu sezgi, bilim adamlarında kevnî sırları bulmak, Allah'ın veli kullarında ilham, peygamberlerde ise vahye mazhariyet şeklinde kendini gösterir. Şimdi, bu bilgi kaynaklarımızı daha yakından görmeye çalışalım.
Akıl
Nuranî bir cevher olan akıl,1 insanın en kıymettar cihazıdır.2 Bu akıl, İlahî, kudsi defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır.3 Yani, insan bu akılla Allah'a muhatap olur, O'nun isim ve sıfatlarını tanır. Keza, yine bu akılla insan kâinatın sırlarını keşfeder, ondaki kanunların farkına varır, istifadeye çalışır. Ayrıca akıl, insanı ebedi saadete hazırlayan Rabbanî bir mürşittir.4
Yeri geldiğinde akıl, dinin nasslarında bir hakem olur. Şöyle ki: Ayet veya hadisle bildirilen bir şey, zahirde aklın ulaştığı gerçekle çatışabilir. Böyle bir durumda nakille bize bildirilen şeyi nasıl anladığımızı yeniden gözden geçirmek gerekir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle,
"Akıl ve nakil tearuz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil te'vil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir."5
"Dünya öküz ve balık üzerindedir." rivayeti buna bir misal olabilir. Bazıları, bu rivayetin zahirinden hareketle, dünyanın altında cismani bir öküz ve balık var zannetmişlerdir. Halbuki, bu ifadenin bir mecaz olduğunu nazara almakla mesele halledilmektedir. Yani, dünyada başlıca iki kısım vardır: Karalar ve denizler. İnsan hayatı, tarımın esası olan öküzle ve denizden çıkan balıkla devam etmektedir.6
Sezgi (vahiy ve ilham)
Vahiy ve ilham, insan kalbinin iki mazhariyetidir. Allah'a muhatap olarak yaratılan insanın kalbi, O'ndan gelen mesajlara hassas bir alıcıdır. Bu kalb, eğer bir peygamber kalbiyse gelen mesajın adı vahiy, eğer bir veli kalbiyse ilhamdır. Bu iki kavramı daha iyi anlayabilmek için insan kalbinin mahiyetine biraz daha yakından bakmakta yarar olacaktır.
Kalb
Mânevî alemimizin merkezi kalbtir. Kalb, Rabbanî bir latifedir. Hissiyatının görüldüğü yer vicdan, fikirlerinin yansıdığı yer dimağdır.7 Kalb, kâinatın hadsiz hakikatlarının mazharı, medarı, çekirdeğidir.8 Meselâ, bazan gündüz gibi aydınlık, bazan gece gibi karanlıktır. Bazan yaz gibi semeredar, bazan kış gibi kuraktır. Onda, denizin dalgalanması ve sükuneti gibi inişler, çıkışlar vardır. Keza o kalbde hem fırtınalar eser, hem de ilham meltemleri... Bu gibi noktalardan bakıldığında kalb, "binler alemin mânevî bir haritasıdır".9
Kalb, Allah'a en nurlu bir ayna,10 insanın mânevî hayatının menbaı ve makinesidir.11 İnsan bu kalbiyle Allah'a muhatap olur. Bu yönüyle kalb, mahall-i imandır.12 İnsan kalb telefonuyla doğrudan doğruya Allah'a halini arzedebilir.13 Kalb penceresiyle gayp alemlerine bakabilir.14
Vahyin lüzumu
Bediüzzaman, vahyin gerekliliğiyle ilgili olarak şu açıklamayı yapar:
"Şu kâinatın sahibi ve mutasarrıfı elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, elbette zişuur ve zifikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zifikirle konuşacak, elbette zişuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nevi ile konuşacaktır. Madem insan nevi ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak..."15
Vahiy-ilham farkı
Allah'tan gelen vahiy ve ilham, mazharların kabiliyetlerine göre farklılık arzeder. Meselâ, bir padişahın veziriyle konuşması ile bir vatandaşıyla konuşması elbette aynı değildir. Vezirini huzura kabul edip bütün ülkeyi ilgilendiren meseleleri konuşurken, raiyyetinden birisiyle, o kişiyi ilgilendiren özel bir meseleyi telefonla görüşmesi yeterlidir. Onun gibi, Cenab-ı Hakk'ın peygamberlerle konuşması bütün insanlığı ilgilendiren konulardadır. Veli bir kuluyla görüşmesi ise, genelde hususiyet arzeder.
"İşte şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der: 'Kalbim benim Rabbimden haber veriyor'. Demiyor, 'Rabbülaleminden haber veriyor'. Hem der: 'Kalbim Rabbimin ayinesidir, arşıdır'. Demiyor 'Rabbülaleminin arşıdır'."16
Bediüzzaman, vahiyle ilham arasındaki farklara şu şekilde işaret eder:
1. İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasızdır.
2. Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumidir; melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşittir.17
İlham her zaman görülen bir keyfiyet değildir. İlhama mazhar olan kişi zaman zaman bir inkişaf hali yaşar. Bu halde iken, duyguları daha hassas bir alıcı şeklini alır. İlhama mazhar kişi eğer bir şair ise kendisine gelen ilhamla yeni bir şiir yazar. Eğer bir kaşifse, insanlığa yeni bir eser takdim eder. Eğer bir alim ise, ilimde yeni bir merhaleye imza atar.
Kendisine ilham gelen kişi, o anda bunu kaydedebilirse orijinal eserini ortaya koyar. Yoksa, daha sonra uğraşsa bile aynı hali yakalayamaz. Bediüzzaman, Kastamonu'da sürgünde iken yaşadığı bu tarz bir tecrübesini şöyle anlatır:
"Maatteessüf, ben burada bütün bütün yalnız kaldığım için çok ehemmiyetli hakikatler yazılmadan, kaydedilmeden geldiler ve gittiler."18
İlhamda vartalar
İlham yoluyla elde edilen bilgi bazan insanı yanıltabilir. Bediüzzaman, ehl-i keşif bazı zatların, keşfiyatlarında şu alemin ölçülerine uygun düşmeyen tasvirlere girişmelerini şöyle değerlendirir:
"Alem-i maddi ile alem-i ruhaniyi birbirinden fark etmek lazım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ, senin dar bir odan var. Fakat dört duvarını kaplayacak dört büyük ayine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen 'odamı geniş bir meydan kadar geniş görüyorum', doğru dersin. Eğer 'odam bir meydan kadar geniştir' diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünkü, alem-i misali alem-i hakikiye karıştırırsın."19
Benzeri bir durum, ilhamın bir türü olan sadık rüyalar için geçerlidir. Bazı rüyalar, Rahmanî menşeli olmakla beraber zahirine göre amel etmek doğru olmayabilir. Bediüzzaman'ın dediği gibi,
"Keşfiyat te'vile, rüyalar tabire muhtaçtır."20
Bediüzzaman'a göre, bu gibi meselelerde ölçü şudur:
"Bütün ahval ve keşfiyatın, ezvak ve müşahedatın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri Kitap ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-ı muhakkikinin kavanin-i kudsiyeleridir."21
Yani, böyle hallerde Allah'ın kitabı olan Kur'ân'a ve Hz. Peygamber (asm)'in sünnetine ve bir de muhakkik alimlerin Kitap ve Sünnet ışığında ortaya koydukları mukaddes kanunlara müracaat edilmelidir.
İlhama mazhar kişilerin karşılaşabilecekleri en tehlikeli bir hal, "kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz'i mânâları 'kelamullah' tahayyül edip 'ayet' tabir etmeleridir... Vahiy ve kelamullahın ism-i hassı ve onun en bahir misal-i müşahhası olan Kur'ân'ın necimlerine ism-i has olan 'ayet' namı öyle ilhamata verilmesi hatay-ı mahzdır... Elimizdeki boyalı ayinede görünen küçücük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semadaki güneşe ne nisbeti varsa, öyle de, o müddeilerin kalbindeki ilham dahi, doğrudan doğruya kelam-ı İlahî olan Kur'ân güneşinin ayetlerine nisbeti o derecededir."22
Akıl-kalb ilişkisi
Kalb bir genel merkez, akıl ona bağlı bir anlama merkezi durumundadır.
"Onlar yeryüzünde dolaşmadılar mı? Ta ki, bu kalplerle akıl etsinler."23
ayetinde akıl-kalp ilişkisinin esasını görmek mümkündür. Kur'ân-ı Kerim'de güneş için 'ziya', ay için 'nur' denilmesinden24 mülhem olarak, kalbi güneşe, aklı aya benzetebiliriz. Ay nurunu güneşten aldığı gibi, akıl dahi nurunu kalpten alır. Bediüzzaman, "nur-u akıl kalpten gelir" serlevhalı ifadesinde buna şöyle dikkat çeker:
"Zulmetli münevverler, bu sözü bilmeliler:
Ziyay-ı kalbsiz olmaz, nur-u fikir münevver."25
Yani, karanlık aydınlar şunu iyi bilmeliler ki, kalbin ziyası olmadan fikrin aydınlanması mümkün değildir.
Şu ifadeler de aynı gerçeği dile getirir:
"Nur-u fikir ziyay-ı kalb ile ışıklanıp mezcolmazsa zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün gündüze benzeyen beyazı, geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa basarsız olduğu gibi, fikret-i beyzada süveyda-i kalb bulunmazsa basiretsizdir."26
Yani, görme olayı asıl itibariyle gözün siyah noktasıyla olduğu gibi, anlama olayı da esas olarak kalble ilgilidir.
Bir şeyi sadece aklen bilmek yeterli değildir. Zira, "İlimde iz'an-ı kalb olmazsa cehildir."27 Yani, aklın vardığı neticeleri kalb tasdik etmelidir. Yoksa gerçek mânâda bir ilimden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Meselâ, akıl "alem yaratılmıştır" derken kalb bunu kesin olarak onaylamıyor, meseleye tereddütle bakıyorsa, henüz iz'an mertebesine ulaşamamış demektir. Bu durumda kalb onu kabul etse bile, ancak takliden kabul edebilir.
Bediüzzaman'ın şu ifadesi, akıl-kalb ilişkisinin bir başka boyutunu gösterir:
"Hissiyat güzel olursa, efkar müstakim olur."28
Kalb hissiyat merkezidir. Akıl ise fikirlerin menbaıdır. Kalb güzel hislerle coşarsa, bu hal aklı da etkileyecek, istikametli fikirlere vesile olacaktır.
Akıl-vahiy ilişkisi
Nice gerçeklere akılla ulaşılmakla beraber, gerçeğin tek ve değişmez ölçüsü akıl değildir. Bazan akıl, insana köstek olan bir bağ olur. kâmil mânâda insanın gerçeğe ulaşması ise, ancak nakille, yani İlahî vahiy sayesindedir.29 Bazıları, "İslâmiyet akıl dinidir." şeklinde hatalı bir cümle kullanırlar. İslâmiyet akıl dini değil, vahiy dinidir. Fakat, vahiyle gelen bu dinin bütün meseleleri makuldür. Akıl tek başına o yüksek hakikatlere yetişemese de, inkâr dâhi edemez.30 İlmin hiçbir katî hakikatı, İslâm'ın getirdiği esaslara aykırı olamaz.
Bütün felsefî ekollerin temelinde akıl vardır. İlahî dinlerin menşei ise, vahiydir. Orta Çağ'da kilisenin hür düşünceye uyguladığı baskı sonucu nice ilim adamı kiliseye cephe almış ve Hristiyan dünyasında 'din-ilim çatışması' meydana gelmiştir. Tahrif edilmiş bir dinin "dogma"larıyla bilimin ulaştığı gerçeklerin çatışması son derece tabii olmakla beraber, maalesef yanlış bir kıyasla, bu çatışma İslâm alemine de sıçratılmıştır.
Halbuki İslâmiyet, fenlerin seyyidi ve mürşidi; gerçek ilimlerin reis ve pederidir. "Köle efendisine, hizmetkar reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir?"31
Nasıl ki, görme olayının olması için sağlam bir göze, görülecek eşyaya ve bir de ışığa ihtiyaç vardır. Onun gibi, bir takım meselelerde anlama olayının olması için, selim bir akla, anlaşılacak gerçeklere ve bir de vahiy güneşine ihtiyaç vardır. Meselâ, akıl tek başına ilk yaratılışı anlayamaz. Tekrar dirilişi idrak edemez. Keza, Allah'ı bilse bile O'nu isim ve sıfatlarıyla tanıyamaz. Allah'a karşı görevlerinin ne olduğunu bilemez. Eşyanın nereden gelip nereye gittiğini, ne gibi vazifeler gördüğünü ihata edemez. Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:
"Hakikat-ı mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lazım ki ihata etsin."32
Yani, mutlak hakikat sınırlı nazarlarla kuşatılamaz. Kur'ân gibi küllî bir nazar lazım ki, kuşatsın. Bediüzzaman bu gerçeği şöyle bir temsille anlatır (sadeleştirilmiş olarak):
"Bir denizde hesapsız cevherlerin kısımlarıyla dolu bir definenin bulunduğunu farzedelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevherlerini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O dalgıç hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmasdan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevherleri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tabileridir, füsus ve nakışlarıdır. Bir kısmının da kürevi bir yakut eline geçer. Başkası dört köşeli bir kehribar bulur ve hakeza... herbiri eliyle gördüğü cevheri o hazinenin aslı ve en büyük parçası itikat edip işittiklerini o hazinenin fazlalığı ve teferruatı zanneder. O vakit hakikatların muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatın rengi değişir. Hakikatın hakiki rengini görmek için te'villere ve tekelllüflere muztar kalır. Hatta bazan inkar ve ta'tile kadar giderler. İşrak felsefecilerinin kitaplarına ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudatına itimat eden tasavvufçuların kitaplarını dikkatle okuyan, bu hükmümüzü şüphesiz tasdik eder. Demek Kur'ânî hakikatlar cinsinden oldukları ve Kur'ândan ders aldıkları halde, böyle nakıs geliyor."
"Hakikatlar denizi olan Kur'ân'ın ayetleri dahi o deniz içindeki definenin bir dalgıcıdır. Lakin, onların gözleri açık olduğundan, defineyi kuşatır, definede ne var, ne yok görür. O defineyi öyle bir tenasüp, intizam ve insicamla tavsif eder, beyan eder ki, hakiki hüsün ve cemali gösterir."33
Vahyin nuruyla aydınlanmış bir akıl, tek başına işin içinden çıkamadığı nice meseleleri kolaylıkla halledecektir. Bediüzzaman bunu şöyle belirtir:
"Fikrin sönük ise Kur'ân'ın güneşi altına gir. İmanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir ayet-i Kur'ân birer yıldız misüllü sana ışık verir."34
Şu ifadeler de aynı mânâyı kuvvetlendirir:
"Nasıl ki, yıldız böceği kendi ışıkçığına itimad eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Bal arısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder."35
Bu ifadelerde yer alan yıldız böceği, sadece aklına itimad eden kimseleri, bal arısı ise vahyin ışığında yol alanları sembolize etmektedir.
Vahyin rehberliği
Gerçeğe ulaşmada rehberin seçkin bir yeri ve önemi vardır. Rehber, 'yol gösteren' anlamındadır. Uzun bir sefere çıkan göçmen kuşların bir rehber önderliğinde yol almaları gibi, gerçeğe ulaşmak isteyenler de rehberlerle yol katedebilirler.
Gerçek mânâda rehber, Cenab-ı Hakk'tır. Cenab-ı Hakk'ın 'Hadî' ismi yol göstermekle alakalıdır. Ancak Cenab-ı Hakk'ın yol göstermesi bir takım sebeblerle olmaktadır. Meselâ, Kur'ân, Peygamberimiz (asm), alimler, mürşitler... hepsi İlahî hidayete birer vesiledirler.
"Kur'ân, ehl-i şuura imam, cin ve inse mürşit, ehl-i kemale rehber, ehl-i hakikata muallimdir."36
"Keza o, en âlâ mürşit, en mukaddes üstad ve mürşid-i hakikidir."37
"O, kalblere kut ve gıda, akıllara kuvvet ve ğına, ruha mâ ve ziya, nefislere deva ve şifadır."38
Bediüzzaman, İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat isimli eseriyle tefe'ül eder. Bütün Mektubatında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lafzı vardır. Birden o iki mektup Bediüzzaman'a açılır. Mektupların başında 'Mirza Bediüzzaman'a mektup' diye yazılıdır. İmam-ı Rabbanî bu iki mektubunda şunu demektedir:
"Tevhid-i kıble et! Yani birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma!"
Babasının ismi Mirza olan Bediüzzaman, bu tevafuklu mesaj karşısındaki tavrını şöyle anlatır:
"Bunun arkasından mı, yoksa ötekisinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim, tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyyürde iken Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki, 'Bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi Kur'ân-ı Hakim'dir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de, en mukaddes üstad da odur.' ."39
Kur'ân'ın rehberliğiyle ilgili olarak Bediüzzaman, şu ince noktaya da dikkat çeker:
"Müctehidinin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur'ân'ı göstermeli, yoksa gölge, vekil olmamalı...Bir adam İbn-i Hacer'e nazar ettiği vakit Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa, İbn-i Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil."40
Hz. Peygamber
Peygamberimiz (asm), kalplerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin terbiyecisi, ruhların sultanıdır.41 Keza, en mükemmel bir insan-ı kâmil, bir mürşid-i ekmeldir.42 Keza, rehber-i ekber, muallim-i ekmel, dellal-ı a'zamdır.43 Keza, bütün resullerin seyyidi, bütün mukarrebinin akrebi, bütün mahlukatın ekmeli, bütün mürşitlerin sultanıdır.44 Keza, bütün ehl-i imânâ imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzakiridir.45 Keza, en mükemmel üstad, şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehberdir.46
Hz. Peygamber (asm)'in irşadı genelde sohbet şeklinde olmuştur. Bediüzzaman'ın ifadesiyle,
"Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr u süluka mukabil hakikatın envarına mazhar olur. ve inikas vardır."47
Yani sohbet edenin boyası, manevî rengi, sohbette bulunanlara bulaşır ve akseder.
Hz. Peygamber (asm)'in sünnetinin, yani gittiği yolun rehberliğiyle ilgili olarak Bediüzzaman şöyle der:
"Bu fakir Said, eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda rehbersizlikten ve nefs-i emmarenin gururundan gayet mühiş ve mânevî bir fırtına içinde, aklım ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh süreyyadan seraya, kâh seradan süreyyaya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkalanıyorlardı."
"İşte o zaman müşahede ettim ki, sünnet-i seniyyyenin meseleleri, hatta küçük adapları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenameli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum."
"Hem o seyahat-ı ruhiyede çok tazyikat altında gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, sünnet-i seniyyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittiba ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bu teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem bakıyordum tazyikat çok. Yük ağır, ben de gayet acizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir halet hissediyordum."48
Dipnotlar:
1. Muhakemat, s. 15
2. Şuâlar, s. 16
3. Şuâlar, s. 16
4. Sözler, s. 25
5. Muhakemat, s. 10
6. Bkz. Lem'alar, s. 86- 89
7. İşaratu'l- İ'caz, s. 78
8. Mektubat, s. 443
9. Mektubat, s. 443
10. Mesnevi-i Nuriye (Ar). s. 98
11. İşaratu'l-İ'caz, s.90
12. Age. s. 78 ve Lem'alar, s. 9
13. Sözler, s. 121
14. Muhakemat, s. 103
15. Mektubat, s. 89
16. Sözler, s. 121
17. Şuâlar, s. 124-125
18. Kastamonu Lâhikası, s. 9
19. Mektubat, s. 82
20. Kastamonu Lahikası, s. 249
21. Mektubat, s. 83
22. Age. s. 448
23. Hacc, 46
24. Yunus, 5
25. Sözler, s. 658
26. Mektubat, s. 471
27. Mektubat, s. 471
28. Asar-ı Bediiyye, s. 388
29. Mesnevi-i Nuriye (Ar). s. 137
30. Bkz. Sözler, s. 358
31. Muhakemat, s. 8
32. Age. s. 409
33. Age. s. 409-410
34. Sözler, s. 594
35. Age. s. 196-197
36. Mektubat, s. 311
37. Age. s. 356
38. Sözler, s. 351
39. Mektubat, s. 356
40. Sünühat, s. 22-23
41. Sözler, s. 221
42. Lem'alar, s. 57
43. Age. s. 30
44. Sözler, s. 57
45. Age. s. 219
46. Şuâlar, s. 220
47. Sözler, s. 458
48. Lem'alar, s. 48
Sorularla İslamiyet
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.