Niyazi BEKİ
Kâinatın varlık sebebi akli dört ihtimale dayanır
İster bir bütün olarak kâinata bakılsın, ister ayrı ayrı varlıkların durumuna bakılsın, bunların varlık sahnesine çıkmalarının sebebi, şu dört ihtimalden biridir:
a)Bu varlığı, örneğin evreni veya insanı sebepler yaratmıştır.
b)Onları tabiat yaratmıştır.
c)Tesadüf eseri ortaya çıkmıştır.
d)Her şeyi Allah yaratmıştır.
Bugün bilimsel çalışmalar da kâinatın sonradan var olduğunu göstermiştir. Bilim adamlarının dediğine göre, şu gördüğümüz evren yaklaşık 14-15 milyar yıl önce var olmuştur. İnsan, hayvan, bitki gibi varlıkların sonradan var olduğu gözle görülen bir hakikattir. Hatta bilimsel çalışmaların verilerine göre, Samanyolu galaksisi diğer kozmik kitlelerden çok sonra ortaya çıkmıştır. Demek ki Evrenin önce yokken sonradan var olduğu konusu tartışmasız kabul görmüş bir husustur.
O halde insanın soruşturması gereken konu, bu mevcut kâinatın yoktan nasıl var olduğudur.
Ateistler, cehaletlerini başka bir cehaletle örtmeye çalışırlar. Örneğin, onlara denilse; “neden bu madde bu maddeyi kendine çekiyor?” Cevapları şudur: “Çünkü bu çeken madde mıknatıstır, mıknatıs ise çeker..” Halbuki soruda zaten bu soruluyor: “Neden mıknatıs denen madde başka bir maddeyi çekebilir?” Buna cevapları yoktur. İşte ateistlerin bu bilgilerine, iki cehaletin bileşkesi olan bir cehalet manasında “cehl-i mürekkep” denir. Bu konuda onlarca misal verilebilir ki, sebepler ve hikmetler bilindikçe Allah daha da yakından bilinir. Çünkü -istisnasız-bütün sebepler akılsızdır, kördür, cansızdır, şuursuzdur. Fakat bunlardan meydana gelen bütün işlerin arka planında sonsuz bir ilim, bir hikmet, bir kudret, bir irade, bir şuur, bir hayat vardır. Bu sebepledir ki, Kur’an’da Allah, peygamberine “Rabbim! İlmimi arttır” diye dua etmesini emretmiştir. Çünkü ilmin artması nispetinde yüce yaratıcının varlığı bütün isim ve sıfatlarıyla daha kuvvetli bir şekilde bilinir.
Kâinatın ve tüm parçalarının varlık sahnesinde boy göstermesi sağlayan etkin bir fail vardır. Baştan başa harika bir sanat eseri olarak dizayn edilmiş kâinatın varlığını ‘Faili meçhul” olaylar arasına sokamayız. Bunun mutlaka malum bir faili vardır. Bu konuda modern bilimin katkılarıyla çağdaş idrakin ön gördüğü akli ihtimaller külli manada yukarıda arz ettiğimiz dört ihtimaldir. Mantık açısından bu dört ihtimalin birden gerçek olması mümkün olmadığı gibi, hiçbir ihtimalin olmaması da imkânsızdır. Öyleyse bu ihtimallerden yalnız biri doğru, diğerleri yanlıştır.
Bu yazımızda yanlış ihtimalleri ayıklamak suretiyle doğru olanı ortaya koymaya çalışacağız. Bu işin anlaşılmasının en açık yolu şudur: Yanlışları ayıklamakla doğruya ulaşmak. Buna göre eğer ilk üç ihtimalin imkânsız olduğu ispat edilirse, zorunlu olarak son şık kalır ki, o da kâinatı yaratının Allah olduğu gerçeğidir.
-Evreni ve bütün varlıkların, Allah’ın dışında yaratılmasının mümkün olmadığını görmek isteyenlere Bedüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur külliyatına, özellikle de “23. Lema/Tabiat risalesi”ne bakmalarını tavsiye ederiz.
a)Herhangi bir varlığı, örneğin tüm evreni veya bir insanı sebeplerin yaratma ihtimali:
Felsefede determinizm olarak da ifade edilen bu düşünceye göre, sebep-sonuç ilişkisi esastır. Yumurtayı icat eden tavuk, balı icat eden arı, yağmuru gönderen buluttur. Bu ihtimal birçok yönden imkânsızı barındırıyor. Her şeyden önce, bu düşüncede sebeplerin de sonradan var olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir. Diyelim ki, yumurtayı tavuk yaratıyor, peki tavuğu kim yaratmış? Eğer tavuğu da yumurta yaratmış denilse, bu takdirde her ikisinin hem ezeli, hem hadis/sonradan var olduğu, her ikisinin de hem yaratan hem yaratılan olduğu kabul edilecektir. Bu düşüncenin kabul edilmesi ne aklen ne dinen ne de ilmen mümkündür. Keza, eğer balı arı yaratıyorsa, o zaman arıyı kim yaratmış? Bu düşünceyi çürüten onlarca delil vardır. Yalnız işi fazla uzatmamak için şunu tekrar edelim ki, sebep ile sonuç ikisi de sonradan var edilmiştir. Hiç birsinin ezeli olmadığı gün gibi açıktır. Demek ki bu ihtimal gün yüzünü göremeyecek tarzda elenmiştir.
b) Bütün varlıkların tabiat tarafından yaratılmış olma ihtimali:
Tabiat dedikleri şey, varlıkların bünyesinde görülen, yaş-kuru, sıvı-katı, sert-yumuşak, soğuk-sıcak gibi unsurlardır. Halbuki insanın tabiatındaki huyları, kendisinin varlığından sonra söz konusu olduğu gibi, kâinatın ve her türlü varlığın bu tabiatı, mizacı, huyu da ancak ilgili nesnenin varlığından sonra meydana gelmiştir.
Olmayan bir insanın, olmayan bir ağacın tabiatından söz etmek, Kâinatta cari olan ilahi kanunların tabiatına aykırıdır. Bu konuyu da şu nurlu ifadelerle bitirelim:
“Tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsız tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-ı hariciye sahibi ise; ancak bir san'at olabilir, Sâni' olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, Şâri' olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; kâdir olamaz. Mistardır, masdar olamaz”(Asa-yı Musa, 167 ).
c)Varlıkların bir tesadüf eseri ortaya çıkmış olma ihtimali:
Tesadüf aslında hikmetini bilmediğimiz işler konusunda ‘bir şeyler söylemek için’ kullanılan, gerçekliği bulunmayan mevhum bir argümandır.
Kâinatın, ve işindeki tüm varlıkların harika görevler ifa etmesi, çok faydalı maksatları takip etmesi, işin arka planında her şeyi hakkıyla bilen, hakkıyla gören sonsuz ilim, hikmet, kudret ve irade sahibi bir yaratıcının varlığını gösterir. Bu konuyu da fazla uzatmadan, yine İmam-ı Azam’ dan nakledilen bir olayla akl-ı selimin gözleri önüne serelim:
Menkıbeye göre, Bağdat’ta oturan İmam-ı Azam, o günkü meşhur bir zındık/ateist ile belli bir yerde insanların huzurunda Allah’ın varlığını tartışmak üzere belli bir saatte anlaşmıştır. Ancak İmam, bir-iki saat gecikmeli olarak toplantıya katılır. Ateist, bu gecikmesini bahane ederek, İmam-ı Azam’ın kendisinden korktuğunu, karşısına çıkamayacağını haykırmış ve çoktan galibiyetini ilan etmiş bile.. Nihayet gecikmeli de olsa, İmam-ı Azam toplantıya katılır ve mazeretini şöyle belirtir:
“Kusura bakmayın, ben Dicle nehrinin karşı tarafından buraya geldim. Fakat bir şansızlık eseri, ağaçlardan kopup gelen tahtalar biraz gecikmeli kayığın inşasına başladılar. Tahtaların ağaçlardan kopmaları, bir araya gelmeleri, birleşerek bir kayık olmaları epey zaman aldı. Ben de bu sebeple geciktim, kusura bakmayın” der. Bunları duyunca ateist efelenir ve bütün gür sesiyle bağırır: “Demedim mi, beni deli olan kimselerle karşı karşıya getirmeyin diye. Bu adam bir kayığın tesadüf eseri olarak kendiliğinden meydana geldiğini söylüyor. Böyle geri zekâlı kimselerle ne konuşabilirim ki!”
Bunun üzerine İmam-ı Azam şu gerçeği seslendirir: “Arkadaşım! Sen birkaç tahtanın tesadüf eseri olarak bir araya gelip bir kayık olduğu iddiasını, akıldan uzak bir hayal, bir yalan olduğunu söylüyorsun da, Koca kâinat gemisinin tesadüf oyuncağı olarak var olduğunu savunuyorsun; bu nasıl bir akıl, bu nasıl bir zekâ, bu nasıl bir ilim, bu nasıl bir feraset..!”
Evet, kâinat çapında görünen her şey, çok akıllıca, bilgilice, hikmetli amaçlar doğrultusunda hareket etmekte olduğu inkâr edilemez. Bunları, kör, sağır, dilsiz, akılsız, cansız sebeplere, tabiata veya tesadüfe havale etmek için akıldan istifa etmek bile yetmez. Demek ki, söz konusu üç ihtimalin hiç biri kabul edilmeye değer bir konumda değildir. Bunların hepsinin ayıklanması ise, asıl değer verilmesi gereken ihtimali ortaya koymuş demektir. O da şudur:
d)Kâinatın yaratıcısı ezeli, ebedi, her şeyi hakkıyla bilen, gören, işiten ve bir olan Allah’tır.
Zira, kâinat çapında görünen işler, icraatlar, hareketlerin hepsi çok bilgili, akıllı, şuurlu, hikmetli bir çizgi takip ettiklerine göre, elbette bu işleri ve bu icraatı yapanın da sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibi olduğunu zorunlu kılar.
Çünkü sağır fertlerden iyi duyan bir meclisi, dilsiz fertlerden çok hatip bir topluluğu, kör fertlerden çok güzel gören bir cemaat meydana getirildiğine tarih şahit olamamıştır. Keza, tımarhaneden bin kişilik bir grubu getirip onlardan akıllı bir meclis kurmaya çalışmak, abesle iştigal etmektir. Demek ki, bu cansız, akılsız, kör, sağır nesnelerin, hareketlerinde aklı, hayatı, görmeyi, işitmeyi göstermesi, bu işlerin kendilerine ait olmadığının açık göstergesidir.
Son olarak şunu belirtmeliyiz ki;
Şu muhteşem Süleymaniye camiinin mimarsız olması mümkün olmadığı gibi, bu evrenin mimarsız, ustasız olması ondan bin kat daha fazla imkânsızdır. Evrenin ve diğer varlıkların kendileri, birer gerçeklik olarak ortada iken, bazı masallara sarılanların durumu göründüğü gibi içler acısıdır.
Örneğin, insanın gören bir gözü vardır. Ve görmesi için de güneş gerekir ve bakıyorsunuz ki o da vardır. Acaba bu ikisi arasındaki yakın ilişkiyi görmeyenler başka hangi gerçeğe inanabilirler. Bir şehrin kendiliğinden kurulduğunu söyleyeni tımarhaneye yollarlar. Bu harika düzen içindeki koca Evrenin kendiliğinden kurulduğunu söylemek için normal deli olmak bile yetmez...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.