Habibi Nacar YILMAZ
Kâinatta kimlik gösterileri
Rize Öğretmen Lisesinde yatılı okuyoruz ve lise ikinci sınıftayız. Nurları da yeni tanıyoruz ama daha okumamışız. Birinci sınıfa gelen ve Maocu olduğunu söyleyen bir arkadaşım da var. Hemşehrim de olan şu anda rahmetli bu arkadaşla çok samimi olduk. Bana devamlı sorular soruyor, duruyor. Daha önce "Meal Okuyarak Nasıl Maocu Oldum" yazılarımızda da bu arkadaşımızla olan diyaloglarımızı anlattığımız için, ona girmeyeceğim. Ama onun sorularının cevabını bulmak için, tâ Rize Müftülüğüne kadar gittiğimizi, fakat elimizin boş döndüğünü tekrar ifade etmek isterim. Suallerin cevaplarının Nurlarda olduğunu keşfedince, bizde okuma ve derslere katılma merak artmıştı. Arttı ama hayırlı işin çok muzır manileri oldu. Okulda daha önce birlikte oturup kalktığımız arkadaşlar, beni "pısırık" olmakla, komünistlerle mücadeleyi bırakmakla suçlamaya başladılar.
Okula mescit yapılmasına öncülük ettik ve namazları cemaatle kılmaya başladık. Bu arkadaşların tamamına yakını mescidde yoklar. "Ya arkadaşlar, bakın mescidi açtık namazları bari birlikte kılalım" tekliflerine hiç unutamadığım, "vaktimiz yok işimiz çok" cevabını vermeye başladılar. Bir müddet sonra toplu bir karar olduğunu sonradan öğrendiğim, her bir arkadaş bir karşı cinsle irtibat kuracak ve onları da güya davaya bağlayacak. Karar neticesinde, her arkadaşın, biriyle gezdiğine şahit olmaya başladık. Bunun böyle olduğuna, vaktim yok diyen bir üst sınıftaki arkadaşa bir namaz vakti sonrasında "Abiciğim, namaz geçmedi vakit de var, birlikte kılalım" teklifine, "Ama Habipçiğim, bu kızları da ihmal etmemek lazım" cevabından da anlamıştım.
Her neyse, bunlardan adı gibi kendi de zakir olan bir arkadaşın, karşı cinsle olan birliktelikten sonra, bir mum gibi nasıl eridiğini ve namaz niyazdan nasıl uzaklaştığını hüzünle seyretmiştik. "Her günah, insanı mâneviyattan uzaklaştırır" tespit ve teşhisinin binlerce örneğinden canlı ve kanlı, gözümüzün önündeki örneklerden biri olmuştu. Hem netice alamadılar hem de kendilerini kaybettiler. Yok arkadaş olmaz, olmuyor. Hak bir davaya hizmetin vesilelerinin de hak olması gerekiyor. Gayr-i meşru yol ve metot, seni hak davaya götürmüyor. Kazanç yolunda kaybediyorsun. Sevimlilik ambalajlarında sunulan teklif ve cazip hâller, seni eritiyor.
Tâ geçen asrın ortalarında üstada "Bazı genç talebelere, hevasatlarını tahrik için, bazı genç kızları musallat ediyorlar" ikazını yaptıran bu hâl, kısmen hükmünü devam ettiriyor. Bizler o zaman, Risale-i Nur'a tutunduk, bir elimizde risaleler, diğerinde ders kitapları bulduğumuz zeminle okumaya çalıştık. Bugün geldiğimiz noktada, bunu sürdürenler kârlı çıktı.
O dönemde Rize'deki derslere de katılmaya başladığımızı ifade etmiştik. İşte onlardan, belki de ilklerden birini hiç unutamıyorum. Şu anda bir universitede profesör, âlim, fazıl ve sahasında ileri derecede uzman İbrahim Kaya da lise son sınıftaydı. Onun da içinde olduğu bir arabayla, Çayeli ilcesine derse gitmiştik. Yine Çayeli'nin hizmet ehli sâkinlerinden rahmetli Yaşar Azmanoğlu âbinin cevval ve hizmet ehli oğlu Süleyman abi ders yapıyordu. Okuduğu yer "Kur'an nedir, tarifi nasıldır?" sualinin cevabının geçtiği 25. Söz'ün baş kısmıydı. Ben okunan o kısımdan o kadar etkilendim ki daha kelimelerin hepsinin anlamını da bilmesem de sual ve cevabını bir kağıda yazıp almıştım. Ertesi hafta, çıkardığımız okulun gazetesinde yayımlamıştık. Hatta ilgili öğretmen, bu metni bulup getirdiğim için, beni tebrik bile etmişti.
Kur'an'ın tarifinin ilk ve beni sarsan "Kur'an, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ebediyesi..." cümlesiydi. "Şu kitab-ı kebir-i kâinat..." ifadesinin altında, asırlar ve satırlar saklı aslında. Evvela, kâinat büyük bir kitap olarak ele alınıyor, tanımlanıp okunması için önümüze konuluyor. Kâinat kitap olunca, bu kitabın harfleri, kelimeleri, satırları, sayfaları, bölüm ve noktalar olmaz mı? Nelerdir bunlar peki? Bildiğimiz ve alıştığımız bir kitap cinsinden olmadığına göre, bu kitabı okumak için bir alfabe gerekmez mi bize? Ya da bu kitabın bir kataloğu, onu bize tanıtan biri yok mudur? İşte bunun için, devamını okuyoruz. "Kur'an, kitab-ı kâinatın bir tercüme-i ezelyesi...." Kâinat kitabını bile tercüme edip anlatan, bu kitabın harflerini, sayfalarını, sırlarını ifşa ederek talim eden neymiş? Kur'an.
Sonra devam eden risale ve Kur'an okumalarımızda gördük ki eğer Kur'an bize kâinat ve içindekilerin anlamını, ne için var olup neye işaret ettiğini anlatmasaymış, kâinat bilinemez ve anlaşılmaz bir kitaptan ibaret kalırmış. Tıpkı Kur'an'ı bize ders veren Peygamber'imiz (ASM) olmazsa, Kur'an'ın anlaşılamayacağı gibi. Bu yönüyle, kâinat da bir Kur'an'dır Kâinata, Kudret sıfatından gelen tekvinî; Kur'an'a ise, ilim sıfatından gelen teşriî şeriat diyoruz onun için.
İşte, böyle binlerce âyetten, bu yazıda nazara vermek istediğim "ses ve renk" tekvinî âyetlerini izah eden Rum Suresinin 22. Âyeti, kâinat kitabının kimlik sayfasını bizi anlatan, şerh eden, dikkatimize sunan; daha doğrusu âlemde dağılan fikirleri, boğulan kalpleri ve şaşıran ruhları Vahdete, birliğe sevkeden, akılları derleyen ve toparlayan diğer binlerce âyetten sadece birisi.
Kur'an'ın dört ana maksadından biri tevhid. Yani Allah'ın kendi kelâmı ile kendini bildirmesi. Nasıl kendini Kudret kelimeleri olan sanatı ile bildiriyor, bir şekliyle sanatı ile bizimle konuşuyor. Öyle de kelâmıyla da kendini bildirecek ve bizimle konuşacaktır. Bu mezkur âyette önce "arz ve semavatı" delil olarak zikrettikten sonra, nazarları kolayca görebileceğimiz sayfaya çeviriyor. İbret alanlar için,"Lisanlar ve renklerin farklı olması da bir delildir." buyuruyor. Ama ne delil değil mi? Bu farklılık, sadece insanların renkleri ve seslerinde mi? Hayır. Ses çıkaran tüm canlılar için de öyle. Bir yönüyle kâinatta, renkten tut sese, baştan tut ayağa, kulaktan tut buruna, parmaktan tut tırnağa, gözden tut kaşa, saçtan tut dişe, dilden tut dudağa tam bir "kimlik gösterisi" sergileniyor. Bakara 138. Âyette "Boyaca en güzel olarak" kendini tanıttığı gibi, Beled Suresinde de "İnsana iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi?" buyuruyor.
Bütün canlı türlerinde farklı olduğu gibi, her ferdin boyası, sesi ve saydığımız özellikleri farklı. Esasta aynı olan kimlik, ayırıcı özellikleriyle her bir canlının kendine ait kodlarıyla, mümeyyiz vasıfları ile eline verilmiş. Hepsinin ortak noktası yüzüne çakılmış, asılmış, DNA'sına yerleştirilmiş. Bunların karşısında hayran olmamak mümkün mü?
Bir hayranlık da Kur'an'ın, bu ehemmiyeti satırı büyütüp nazarı dağılan insanın önüne, kolayca okuyabileceği bir satır olarak koymasına duyulmaz mı?
Evet dostlar, nereden nereye geldik. Ama adamın yüzüne dikkatli bakınca "Arkadaş, ne oluyor, boyayı mı boyacıyı mı beğenmedin?" sorusunu sorması, beni bunları yazmaya zorladı.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.