Habibi Nacar YILMAZ
'Kalbimin sahibi sensin, orada yalnız sen yalnız sen varsın'
Uzun seneler önce, Trabzon'un Araklı ilçesinden dersten dönüyoruz. Dolmuşta yanıma, elinde bir sürü teyp kaseti olan bir genç oturmuştu. Bir mevzu açarak genç ile konuşmak isterken, aklıma: "Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime, Allah'ım bu dünyaya ben niye geldim?" şarkı sözü geldi. Genç kardeşime, elindeki şarkı kasetlerinde bu sözün geçtiği şarkı var mı, diye sordum. "Var abi!" deyince' işim kolaylaştı.
Peki dedim: "Sana göre, bu şarkıyı okuyan ya da sen veya ben, bu dünyaya ne için gelmişiz?"
Delikanlı biraz şaşkınca: "Abi hiç düşünmedim, gerçekten." deyiverdi. Biraz sesli düşünelim, diyerek; dünyaya önce bizim gelmediğimizi, gönderildiğimizi ve geldiğimizde de her şeyi hazır bulduğumuzu, öyleyse geliş gayemizi bu dünyayı bize göre hazırlayıp bizi de bu dünyada rahat yaşamamıza göre cihazlarla donatana sormamız gerektiğini örneklerle anlatmaya çalıştım.
O zaman olduğu gibi bugün de bu soruyu her gittiğimiz okulda gençlere soruyorum. Güzel cevaplar aldığım oluyor. Fakat böyle bir soru ile karşılaşıp hiç yüzleşmediklerini de anlıyorum. Özellikle gençler ile yapılacak sohbetlerde, "maksat, gaye" üzerinde durulması; her şeyin yapılış maksadı ve gayesi olduğuna göre, "İnsanın yaratılış gayesi, maksadı nedir o zaman?" sorusunun sıkça dile getirilmesi gerektiğini, ısrarla tavsiye ediyorum.
Yarım saatin sonunda: "Abi şimdi bu kasetleri dinlemek yanlış mı?" sorusunu unutamıyorum. O zaman da kulak gibi bir cihazın veriliş gayesini anlatmaya çalışmıştım. Ama görünen o ki her dönemde, söz ve bestesi ile ve belki kulağa kafiyesinden dolayı hoş gelen ama ruh ve kalplerde yaralar açıp insanın "zevk-i mânevîsini" yanılttığından, ruhlara gıda olduğu sanılan bir sürü ölçüsüz ve tahripkâr şarkılar ve şiirler moda oluyor.
Üstad, büyük bir isabet ve hayat okuyuşu ile "haram sevmekte bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi" olarak bence bu asrın en geçerli tespitini yapıyor. Bu tip şarkılara hatta geçmiş divanlara baktığımızda "Her birinin bütün divan-ı eş'aranın (şiir divanlarının) ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryat damlar." olduğunu görüyoruz.
Biraz da meslekî yönümüze binaen göz gezdirmiştim. Son dönemin öğretmen yazarlarından hem de evli olan "Şukûfe Nihal'in" yüzünden intihar edenden tut, şiirler yazana kadar haram sevmenin insanı intihara kadar götüren hazin sonlarını görmüştüm.
Hatta muazzam "Sanat" şiirinin şairi Faruk Nafiz bile evli olan "Şukûfe Hanımda" karşılık bulamadığı aşkı için görev yerini değiştirdiği gibi 'Sakın bir söz söyleme, yüzüme bakma sakın" mırası ile başlayan "Kıskanç" şiirini de bu aşkı için yazıyor. Karşılık bulamadığı ve kıskandığı için hayatı derbeder olan ve hayata küsen bir sürü şair ve yazar örneği verebiliriz.
İçine kâinatı doldursan tok olmayacak genişlikteki kalbi, hepsi bir müddetçik olan bir "saça, kaşa, gamzeye ya da duruşa" bağlamak, o kalbin fıtratına ve yaratılış gayesine uygun mudur? Koca denizi bir pınardan akıtmak mümkün mü? Zaten fıtrî olmadığı için karşılık da bulamıyor ve redde uğruyor. Karşılık bulsa da bu bir huzur getirmiyor. Aynı şey sevilen için de geçerli. İşte Sukûfe hanımın aşkından, intihar edip hayatını hazin bir sonla bitiren derbeder olan olduğu gibi; "Şukufe" de yalnız bir şekilde bir huzurevinde hayatını bitiriyor. Hepsinin bu tip haram sevmenin hazin sonucu olduğunu görüyoruz. Hatta biraz da gündemde olduğu için ifade etmek istiyorum. Bugün özellikle kadın cinayetlerinin tamamına yakını incelendiğinde, bunların hep "gayr-i meşru" ilişkilerin hazin sonuçları olduğunu görüyoruz. Ya kıskançlık ya karşılık alamamak ya da ayrılık elemi, hazin sonları getiriyor.
Evet "Seni sevmeyen ölsün!" diye yazan ve bunu bağıran arkadaş, ruhlara nasıl bir hedef gösteriyor acaba? Yoksa bu, yanlış bir fıtrat okuması olmasın mı? Sevmenin son noktası ölüm müdür? Ya da hem sevip hem yaşamanın hem de bu sevgiyi ebedileştirmenin bir çaresi yok mudur?
Bunları düşünürken, başka bir şarkıda geçen ve Üçüncü Lem'adaki "mahbub-u Bâkiye hasr-ı muhabbet" terkibini hatıra getiren, başlıktaki
"Kalbimin sahibi sensin,
Orada yalnız sen yalnız sen varsın" mısraları aklıma geldi.
Yine karşılık bulamayan şairin: "Bağrımda yanmadık yer bırakmadan git!" mısrasını hatırladım.
"O bana dert (verdi) ben ona mutluluk verdim" diye mırıldanan arkadaşın aldığı dert ile, verebileceği mutluluğun ne olacağını da merak etmedim, diyemem.
Bütün bu, karşılık bulamayan Faruk Nafiz, Kutsi Tecer, Nazım Hikmet gibi şairler ve bunlara tercümanlık eden şarkıcılara mecazen; bundan sonrakilere de gerçekten seslenerek: "Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub.(sevgili) Çünkü zevale mahkûm (ölüp gidecek olan) hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-yi Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli." diye duyurmak istiyorum.
Evet, "Mahbub-u Bâkiye hasr-ı muhabbet" (muhabbetimizi sevgili olan Allah'a yöneltmekten) başka çare var mı? Muhabbetimizi Ona hasr kılmak, ona yönelmek...Biz bir şeyi niçin severiz? Yani sebeb-i muhabbet olan şeyler nelerdir? Bir şeyin "ya lezzeti ya menfaati ya kemâli ya da evlada meyil duygusuyla karşı cinsi" severiz. Peki kimde, nerede ve ne şekilde olursa olsun bütün kemâller, lezzetler, menfaatler ya da karşı cinsteki özellikler, kim tarafından etrafa dağıtılmış, serpilmiş veya takılmıştır? Biz bir şeyi sever ya da översek; farkında olalım ya da olmayalım, aslında bütün kemâl ve güzelliklerin kaynağı ve "mahbûbetün lizâtihâ"( sebepsiz sevilen) Zât-ı Zülcelali sevmiş; överken de onu övmüş olmuyor muyuz? O da zaten sevdiği için bütün bunları yaratmış değil midir? O zaman niçin muhabbetimizi ona mahsus kılıp Ona "hasr-ı muhabbet" etmeyelim ki? Daha doğrusu Ona "hasr-ı muhabbet" (sırf Onu sevmek) etmemek akılsızlık değil midir? Onun muhabbetinden başka muhabbetlerin kalbin içine girmesi uygun mudur?
Hem azab-ı elîmde kalmamak, pişman olmamak, dünyadayken cam parçaları ile oyalanmamak için, o güçlü muhabbetimizi daha pahalıya satamaz mıyız? Yani dünyaya ait tüm muhabbetler, mecazî (yalancı, geçici, gerçek olmayan olduğundan) onları kalbinin dışında tutup kalbi masivadan (Allah'tan başka şeylerden) çekerek Bâki-i Hakikîye yönelemez miyiz? Bu, fıtrata daha uygun olduğundan, zor olmasa gerek. O zaman tüm endişelerimiz, ayrılık acılarımız, hasret ve iç geçirmelerimiz kalkacak, bâki bir muhabbet ve ezelî ve ebedî bir aşk için yaratılan kalp rahatlayacak, insan, hâlis bir sürûr ve sâfi bir sevinç ve lezzet-i ruhaniyeyi tam kemaliyle hissedecektir. Nihayetsiz envar, esrar, nimet ancak kalbin sahibini sevmektedir. Onu sevmek de onu tanımaktan geçiyor. Yani isim ve sıfatlarının tecellileri ile, gönderdiği elçi ve kitapları ile tanımak...Tanıdıkça sevmek, sevdikçe suret-i fâniyeden ve kendinden geçmek. Yalnız Onu istemek, Onu çağırmak, Onu taleb etmek, Onu bilmek ve Onu söylemek... Onu hakikî matlûb, mahbûb, maksûd ve mabûd bilmek. Yalnız Onu görüp gerisini malâyani görmek.
Hani anlatırlar ya bir gün leyla'yı arayan Mecnun namaz kılan birinin önünden geçer.
Adam:
-"Hey Mecnun, beni görmüyor musun da namaz kılarken önünden geçiyorsun?" diye sorar.
Mecnun:
-"Be adam, ben Leyla'yı düşünürken, seni görmedim. Sen Mevla'yı düşünürken beni nasıl gördün?" diye çıkışır ya.
İşte Mevla'ya böyle bir muhabbetle bağlanmak... Uful edenlerin (batıp gidenlerin) açtığı yaraya kelime-i tevhid merhemini sürmek. "Sen varsın ya mevcudat gitsin!" diyebilmek...Yüzleri kesretten (çokluktan) vahdete (bir olana) çevirmek. Nefs-i emmare cihetiyle fena (yok)olmak ve ahlâk-ı seyyieden (kötü ahlaktan) sıyrılmak... Mevcudatın üzerindeki fânilik damgasını görmek...Kalbi Mahbub-u Sermediye (ezelî sevgiliye)bağlamak... Sanattan Sanatkâra, nakıştan Nakkaşa, nimetten Mün'ime geçebilmek. Yani batıp gidene, kaybolana mahkum olana değil; ezelî ve ebedî bir Zâta teveccüh etmek ve bütün bunları bir 'hads" ile (ani doğru ve suretli şekilde) yapabilmek. Bunları âlemimizde bir ahlâk olarak yerleştirmek.... İşte maksûd-u hakikî bunlar olmalı değil midir?
Tekrar başlığa dönersek 'Kalbimin sahibi sensin, orada yalnız sen varsın!" derken; bir cihetiyle "Allah kalbin batınını (içini) iman ve marifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini(dışını) sair şeylere müheyya (hizmetçi) etmiştir. Cinayetkâr hırs, kalbi deler, sanemleri içine dahil eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücazat eder.(ceza verir)."hakikatine mazhar oluyor ve maksûdun aksiyle karşılaşmayı da hak etmiş oluyoruz.
Evet dostlar, ne demek bu? Kalbi, onun hakikî sahibinden başkasına tahsis etmemeyi esas almalı. Şan, şöhret, makam, madde, karşı cins ya da başka bir şey, kalbin içine girince, girdiği ölçüde idol (put) oluyor. Bu da dünyamızı yaktığı gibi, ebedî hayatımızı da bâzen berbat ediyor. Çoğu zaman meşhudumuzdaki nefsanî olan ve Allah hesabına olmayan her muhabbetin hazin ve bir o kadar da zararlı sonuçları hepimize ders olmalı ve bizi dikkat ve temkine sevk etmelidir.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.