Şahin DOĞAN
Karantinada son gün
Bencillik olacağının farkındayım ama kendi adıma yasakların kalkmasını, karantinanın bitmesini, hayatın normale dönmesini istemiyorum. Çünkü sevimli halvet bitecek, şahane tembellik sona erecek, hayatın o her zamanki normal akışı tekrar başlayacak. Gürültü, gümbürtü, makine, ses kirliliği, görüntü kirliliği, gürül gürül akan caddeler ve sokaklar yine başlayacak. Bizi bu normal hayatın akışı mahvetti. Üretmek için yoğunlaşmak şart, yoğunlaşmak için ise karantina bulunmaz fırsat. Ama bütün saadetler gibi bu saadetli günler de bitecek.
İstanbul’un fetih yıldönümü. Bu münasebetle fetih ile işgal arasındaki fark epey tartışıldı. Toprakları alınanlar açısından yapılan şey işgaldir; toprakları alanlar açısından yapılan şey fetihtir. Dolayısıyla İstanbul’un alınması bizim açımızdan fetihtir. Bizim ila-yi kelimetullah dediğimiz kutsal bir cihat, toprakları alınanlar açısından rahatlıkla işgal ve barbarlık olarak okunabilir. Ama biz onlar açısından değil, kendi açımızdan meseleye bakıyoruz. Kısaca her şey bakış açısı meselesi.
Bazı kıymetli dostlar Korona Günlükleri kitabının ne zaman çıkacağını soruyor merakla. Şu kadarını söylemekle iktifa edeyim: Pek yakında çıkacak nasipse! İçimde önceki kitaplarda olduğu gibi bir heyecan yok fazla. Özellikle Ruhumun Masalı Şehr-i Urfa çıkmadan önce şimdi tarif edemeyeceğim bir heyecan içindeydim. Sanki kitap çıkınca bir şeyler kopacak, bir milat olacak gibi. Ama kitap çıktı, aradan altı yıl geçtiği halde hayatta değişen bir şey olmadı.
Her şey eskisi gibi yerli yerinde duruyor. Ne bir milat oldu, ne bir şeyler koptu. Sonra Entelektüel Yalnızlık, Ezeli Mağluplar, Hakikatin İzinde, Arafta Bir Entelektüel Dücane Cündioğlu onu takip etti. Vaziyet yine değişmedi. Korona Günlükleri yayınlanırsa bunlara bir kitap daha ilave olacak. Şimdi bu yazıyı kaleme alırken önceki kitaplar masanın üstünde duruyor, Korona Günlükleri’yle birlikte aralarına bir arkadaş daha katılmış olacak.
Ama bir yazarın gerçek çoçukları olan kitaplarının çoğalması güzel bir duygu. Cemil Meriç merhumun daima paylaştığım çok anlamlı bir sözü vardır: “Denize atılan bir şişe her kitap, asırlar kumsalda oynayan birer çoçuk, içine gönlünü boşalttığın o şişeyi belki açarlar, belki açmazlar.” Elbette her kitabın talihi böyle makus yürümüyor. Talihi çok yaver yürüyen kitaplar da var. Her kitabın tıpkı insanlar gibi bir kaderi var. Kitabı açmayandan da Allah razı olsun ama açandan yüz kat daha fazla razı olsun diyelim.
Jostein Gaarder’in meşhur felsefe romanı Sofie’nin Dünyası’nda okuduğum bir cümlesi vardı. “Felsefe her şeye çocuk gibi hayretle bakabilmeyi öğrenmektir” mealinde bir cümleydi sanırım. Çok müthiş ve çok şey anlatan derin bir cümle idi bu. Tecrübe denilen o kalın ve sevimsiz duvar bunu anlamanın önündeki en büyük engeldi. En riyasız sorular çocukların sorduğu sorular. Geçenlerde küçük kızım “baba ben Beşiktaşlı mıyım?” diye sormuştu. Yaşananlara bir çocuk gözüyle bakınca her şey inanılmaz değişiyordu.
İhtiyacımız olduğunda gökten yağmur geliyor, milyarlarca küre içinde yalnız bizim kürede atmosfer ve hayat var, bir damla sudan insan denen varlık ortaya çıkıyor, bir incir çekirdeği dağ gibi bir incir ağacını başında taşıyor, elindeki küçük bir aletle binlerce kilometre uzaktaki bir arkadaşınla görüntülü konuşabiliyorsun, bir zeytin tanesini havaya atsan hemen yere düşüyor ama tonlarca ağırlığındaki uçaklar kuş gibi havada süzüldüğü halde yere düşmüyor. Neden, niçin ve nasıl? Bazen bunlar gibi o kadar çocuksu sorularım olurdu ki utancımdam veya cahil damgası yememek için kimseye sormaya cesaret edemezdim.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.