Leyla İPEKÇİ
Kavuşma arzusu
Hacdan dönülebiliyorsa eğer, döndüm bir süre evvel, Rabbim kabul etsin inşallah.
Dünyaya düşüş sert oluyor, evet. Ama bildiğiniz bir şeyi idrak etmiş oluyorsunuz artık. Dünya ayrı, ahiret ayrı değil. Doğu ayrı, Batı ayrı değil. Ben ayrı, öteki ayrı değil. Tıpkı gece ayrı, gündüz ayrı olmadığı gibi. Bunları ikilik kıvamında tutup birbirinden kopararak zıddı haline getiren, bütünü bozan bakış açısını yıkmak için büyük bir fırsat Hac ibadeti...
Karşılıklı paylaşacak sonsuz şey var elbet. Hacda yaşanılanlar hiçbir zaman anı olmuyor, paylaşmak imanı diri tutuyor ve çoğaltıyor insanı. Belki öncelikle şunu söylemeliyim: Eli kalem tutan hemen herkes gibi nasipse ben de haccın insanlık için nasıl bir diriliş imkânı sunduğuna dair hissettiklerimi kitaplaştırmak istiyorum. Bunu bir görev addediyorum. Hele ki 'Maya' adlı romanımda bir çocuğun masumiyetinin yitiriliş yolculuğunu, 'Başkası Olduğun Yer' adlı romanımda bir ruh hicretini ve teslim olma yolculuğunu, 'Ateş ve Bahçe'de ise kaybolmuş sevgilinin izini kelimelerde, isimlerde, farklı coğrafyalarda ve kendi içinde sürmenin yolculuğunu anlatmış biri olarak!
Bu yazıda ise döndükten ve 'yeni hayat'ıma başladıktan sonra hissettiğim bir şeyi paylaşmak istiyorum yalnızca. Yolculuk niyetine! Veda tavafı yaparken aslında veda diye bir şey olmadığını anlamıştım. Bize bir kavuşma arzusu bırakıyordu son tavaf. O ana dek her şeyin hareket halinde olduğunu ve Kâbe'nin sabit olduğunu düşünürdüm. Fark ettim ki tam tersiymiş meğer.
Bizler her birimiz, tavaf boyu kalp tarafımızda tuttuğumuz Kâbe'yi yanımızda götürecektik, bizimle beraber gelecekti Kâbe. Sabit olan ise insanlığın başından beri devam etmekte olan tavaflarımızdı. Ne kadar hacı varsa o kadar yol vardı Kâbe'ye ve Kâbe'den! Bizim neden sonuç ilişkilerinden bağımsız, zaman ve mekânın ötesindeki dönüşlerimizdi sabit olan. Kalp gibi atıp duran, hareket halinde olan ise Kâbe'ydi.
Veda etmenin imkânsızlığı da buradaydı işte. Her gelenin yeniden oraya dönme arzusu duyması boşuna değildi. Dünyada sadece bakmanın ibadet olduğu başka bir yapı yoktu bu sade, bu yalın küp yapıdan başka. Bunun muhabbet ile olan ilişkisini, gözün neyi görmek ve neyi görmemek için var olduğunu, kulağın neyi işitmek, neyi işitmemek için var olduğunu vesaire Kâbe'yi seyrederken usul usul idrak ediyordu insan. Onun da örtüleri vardı çünkü. Katman katman sırları...
Allah'ın nurunun izdüşümlerine toz zerresinde dahi şahit oldukça, Kâbe'nin de size tanıklık ettiğini görmeye başlıyorsunuz. Bir simge o. Bu yüzden son derece somut. Buraya döndükten sonra bu somutlukla ilgili bir 'bakış' oluştu bende. Yukarıda, bu yazıda paylaşmak istediğimi belirttiğim tek şey de bu bakış işte.
Dünyanın farklı coğrafyalarından herkes namaz kılarken (kişisel miraçlarına yükselirken) Kâbe'ye dönüyor ve biz imgelemimizde bunu canlandırabiliyoruz. Gelgelelim bunu somut olarak yalnızca Kâbe'de görebiliyoruz. Sadece Kâbe'de iken ona çok yakın olduğumuz için, açı gereği aynı yönde saf tutmuyor, onun etrafında halka oluyoruz. Yani diğer saf tutan insanlarla yüz yüze geliyoruz.
Sadece Kâbe'nin etrafındayken birbirimizle halka olduğumuz bir fıtri biçim oluşturuyoruz hep birlikte. Tek başına yapılamayacak bir şey. Ancak toplulukla oluşan bir form: Ortamızda, merkezimizde bir boşluk açılıyor. Orada hiçbirimiz var olmuyoruz artık. Çünkü orası Kâbe'nin mahalli. Sadece ona ait. Biricik.
Bu ne demek? Varlığa gelmiş her şeyin bir mekânı, kapladığı bir alan, âlemlerde bir izdüşümü var demek. Her birimiz, vücuda gelmiş her varlık kâinatta bu 'mahal' ile birlikte mevcuduz. Zorunlu bir varoluş formu diyelim buna. Kâbe, cennet ile yeryüzü arasındaki bağlaç; ne kadar düşersek düşelim, cennetteki ağacın dallarının bizimle birlikte sarkıp uzamaya devam ettiğini simgeliyor sanki. Arştan arza... Hz. Âdem'den (as) Hz. İbrahim'e (as) ve Hz. Muhammed'e (sas) bu hakikate vücudumuzla tutunduk, tutunuyoruz biz insanlar, somut olarak.
Varoluş skalasında da her birimizin tıpkı Kâbe'ninki gibi biricik bir yerimiz var aynı şekilde. Varlıkların yaratılış hiyerarşisinin tamamen fıtrî bir formu olmalı. Her şey farklı ve biricik. Üstünlük O'nun katından takdir edilebilir ancak.
Her birimiz bu bütünlükte ne kadar gerekliyiz değil mi? Birimiz vücuda gelmemiş olsak, Kâbe'de simgelenen hakikat eksik kalacak, boşluk oluşacak. Allah'tan geldik, O'na dönüyoruz. Asıl yolculuk bu. Kâbe'ye ait olan o biricik mekânı bu yolculuk için biz anlamlandırıyoruz, biz olmasak, Kâbe'nin varoluş hakikatinde gedikler açılırdı.
Kâbe'ye sadece hayalimizde veya yüreğimizde değil, vücudumuzla varmak, ona bakmak, dokunmak, şahit olmak diye bir şey olmasaydı, yolculuğumuz anlamsız kalır, kişisel miraçlarımızın yükseliş boyutu olmazdı. Tabii Kâbe'nin de var olma serüveni gerçekleşemezdi. Tıpkı Peygamber Efendimiz'in (sas) miracının sadece ruhanî bir yolculuk olmaması, onu vücuduyla gerçekleştirmesi gibi.
Velhasıl, Kâbe'den ona veda etme hüznüyle değil, ona kavuşma arzusuyla dönmemizin her birimizde tecelli eden biricik anlamları varmış. Kavuşma arzusunun olmadığı bir âlemde varlıkların vücuda gelme serüveni gerçekleşemezdi, öyle değil mi...
Zaman
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.