Kendimiz ve Filistin için 'acil şûra' çağrısı
Filistin meselesi kanamaya devam ettiği sürece, nefret ve militarizm pimi çekilmiş bir bombaya hepimizin kucağında
Sibel Eraslan'ın yazısı:
Acilen “Filistin Şûrası” yapılmalıdır
Filistin meselesi kanamaya devam ettiği sürece, nefret ve militarizm pimi çekilmiş bir bombaya dönüşüyor. Bu bomba hepimizin kucağında.
Siyonizmin seçilmiş ırka dayalı dünya öngörüsü ve dünya kapitalizmini idare ve sevk dürtüsü, uluslararası boyutlarda aleyhte bir nefrete dönüşüyor. Tehlike tehlikeyi tetikliyor.
1948’de başlayan işgal ve katliamların gölgesinde kurulmuş bir İsrail var. 1968’den sonrasındaysa hiçbir uluslararası antlaşmayı gözetmeden, savaşa dair hukuku bile hiçe sayarak sürekli sınırlarını artıran militer ve ırka dayalı bir yapı ile karşı karşıyayız.
Bununla birlikte hem Musevi, hem Müslüman tarafların “Mescid-i Aksa” üzerinden çizdiği söylem, meseleyi salt “din” ekseninde görmemize yol açıyor. Oysa seyrettiğimiz İsrailî vahşet, her ne kadar “din” eksenli gözükse de, açıkça ırka ve militer yapıya dayalı bir temizlik operasyonundan başka bir şey değil. İsrail’in örgütlediği Siyonizmin, Musevi Şeriatıyla ilgili değil, ırkçı ve kapitalist bir militarizm olduğu gerçeğini görmemiz gerekiyor. Mesele salt Yahudi-Müslüman çatışması olsaydı, bundan 2009 yıl önce İsrailoğullarının kızı olan Meryem ve oğlu İsa, yine kendi ulusunun yöneticileri tarafından Filistin’den atılmazdı. İsrailoğullarından Zekeriyya ve Yahya Peygamberler, feci şekilde işlenen cinayetlerle katledilmezlerdi. Halbuki ne Azize Meryem, ne İsa, ne Zekeriyya ne de Yahya peygamberler Arap ırkından değillerdi, Muhammedî şeriata da tabi değillerdi. Siyonizmin ırkçı yönetsel algısı karşısında Hristiyanların ve Müslümanların olduğu kadar yeterince soylu olmayan Yahudilerin de pek bir şansı yok. Nitekim 1948’den bu yana Filistin’de yaşanan insanlık dışı vahşette tıpkı Müslüman Filistinliler gibi Hristiyan Filistinliler de katledildiler...
İsrail’in yönettiği Siyonizm politikasını dikkatle okumak gerekiyor. Bunun kutsalla, dindar olmakla herhangi bir alakası yok ve fakat üstüne giydirilen sofistike giysi yüzünden bizler İsrail’i Musevi hürmetler eşliğinde düşünme yanılgısına düşüyoruz.
İsrail eğer cidden bir din teklifi ile gelmiş olsaydı, tüm dünyaya evrensel bir hidayet daveti ile gelirdi. Yani dünyaya açık, müstakbel müntesiplere açık bir davet olmalıydı. Mesela Hristiyanlık böyledir, dindir ve evrensel bir tekliftir. İsteyen ve kendince uygun gören, Hristiyanlık dinine girebilir. İslâm ve hatta Budizm de böyledir, kapıları herkese açık birer davettir. Peki ya Siyonizmin öngörüsü nedir? Hadi yönelttiğimiz sorunun içerdiği şiddeti yumuşatalım: Bugünkü Museviliğin teklifi nedir? Yani dünyada herkese açık bir hidayet daveti, evrensel bir teklifi var mıdır Museviliğin? Bugünkü Musevilik algısının Yahudi olarak doğmamış kişileri kendi bünyesine kabul etmek gibi bir alicenaplığından söz edebilir miyiz?
Herkese, her ırka, her dile, her kültüre açık olmayan bir davet, din olabilir mi?
Bu bağlamda İsrailî söylemin din değil, bir tür ırka ve militarizme dayalı politika olduğunu dikkatle görmeliyiz.
Niçin sözü uzatıyorum?
Çünkü tüm dünyada yükselen anti-siyonist tepki, Yahudi karşıtı (antisemitist) olmakla ilişkilendirilmeye başladı da ondan... Anti-siyonizm, ırkçı ve kapitalist politikaya karşı çıkmak iken... Anti-semitizm, tersinden bir başka ırkçı bataklığı işaret ediyor da ondan... Ama her nasılsa özellikle medya ve edebiyat alanlarında İsrail’in insanlık dışı bir şekilde vahşetle yönettiği politikalara karşı çıkan herkes, anti-semitist ilan ediliyor ve ciddi bir sansürle karşı karşıya kalıyor...
Bunda kendi açımdan söyleyecek olursam bizim de eksikliklerimiz var. İsrail’i salt dini söylem üzerinden mahkum etmek meselesi sözgelimi... Bu bir handikaptır. Çünkü İsrail, dine değil, ırka dayalı bir politika güdüyor. Bunun karşısında benim sadece din ve duygusallık üzerinden ürettiğim retorik, gidip dolaşıp İsrail’e hizmet ediyor ve onun düpedüz cinayet olan suçunu, dinsel bir ülkü bağlamında kutsamaya dönüşüyor. Halbuki İsrail, din adına vermiyor bu savaşımı. Irkı için veriyor... İsrail ırkçılığını, tüm kaba sabalığı ile çıplak bırakarak ortaya koymak gerek.
Tevrat değil, Tel-Aviv var karşımızda...
İkinci husus daha girift: Zira; İsrail vahşetine karşı konuşurken sözümüzün anlamlı ve samimi kalması, kendi yapıp ettiklerimizle de ilgilidir. Yani kendi mahallelerimizde yapıp eylediklerimiz nedir? İsrail’i eleştirirken kendi arka odalarımızda işlediğimiz suçlarımız nelerdir? Irkçılık ve kapitalizme, militarizm ve sansüre karşı nasıl bir imtihan veriyoruz? Doğrusunu isterseniz, bu konuda karnemiz pek de parlak değildir.
Üçüncü mesele, şan ve şöhret merakımızla ilgilidir. Filistin meselesi siyasal arenada ne yazık ki duyguları çok iyi kanalize edebilen bir istismar alanı açmaktadır. Ya meydanlarda bol hamasetli konuşmalarla puan kazandığımız bir manivela... Ya da sahte barış atraksiyonlarıyla kazanacağımız üç beş alkış...
Bu yazıyla kendimi arı-duru, akîl bir köşeye çekmeye çalışmıyorum. 27 Aralık’tan beri gece gündüz mahalle aralarından şehir stadyumlarına kadar koşabildiğim her yerde Gazze’ye destek için çabalayan biriyim. Benim bu koşuşmalar arasında serinkanlı bir mesafeden fikir üretmem sözkonusu değildir. Sedye taşıyan bir hastabakıcıdan veya ambulans şoföründen farkım yok. Ve fakat gazeteleri okuduğumda, ya da dünya politikacılarını dinlerken beynimden vuruluyorum. Gazze’deki ateşkes bizi Filistin konusundaki selfkontrolden uzaklaştırmamalı... Acilen bir “Filistin Şûrası” tertip edilmelidir. Kendi kendimizi gözden geçirmeliyiz... Vakit