Kendimizi ne kadar tanıyoruz?

Kendimizi ne kadar tanıyoruz?

İnsanı hakkıyla tarif etmek oldukça zordur

Risale Haber-Haber Merkezi

Mehmet Evren’in yazısı:

Kendimizi Ne Kadar Tanıyoruz?

İnsan: Cenab-ı Hakkın isimlerinin ve verdiği nimetlerin bir geçiş noktasıdır.
Bir şeyin bütün yönleriyle tarifini yapmak, kolay değildir. Bazı filozoflar insanı “Akıl sahibi bir varlıktır” diye tarif etmişler. Bazıları “konuşan bir hayvandır” diye tarif etmişler. Ancak insanın yaratılışındaki mükemmelliğe bakıldığında bu tanım çok basit kalmaktadır. Çünkü insan, kâinat kitabının bir özeti ve bir damla su iken okyanusları içinde barındıran seçkin bir varlıktır.

İşte bu açıdan bakıldığında insanı hakkıyla tarif etmek oldukça zordur. Çünkü Cenâb-ı Hak, insana sınırsız istidat, kabiliyet ve yetenekler vererek bütün varlıklardan üstün olarak yaratmıştır. Onun için İlahi bir nakış, dünyanın süsü ve cennetin çiçeği olmuştur. Yüce Allah, onu sevdiği gibi meleklerine de sevdirmiş ve meleklerine ona secde etmelerini (saygı göstermelerini) emredecek derecede önem verdiği bir varlıktır.

Yüce Allah, dünyayı, ahreti ve bütün varlıkları ona hizmet etmeleri için yarattı. İnsanı da kendisini tanısın ve ibadet etsin diye yarattı. Onu sıfatlarının tecellisine ayine, kendisine muhatap etmiş, onunla konuşmuş ve sohbetiyle şereflendirmiştir. Acaba insan için bundan daha üstün bir makam ve şeref düşünülebilir mi?

Allah’ın insana ikram ettiği nimetler, akılları hayrette bırakacak kadar büyüktür. Cenâb-ı Hak onu âleme sultan ve yeryüzüne halife olarak tayin etmiş, bir ucu ezelde diğer ucu ebede uzanan, dünya ve ahretin hassas dengelerini onun için düzenlemiştir. Evet, Allah Teâla, insanları dünyada maddi ve manevi nimetlerine mahzar etmek için yarattı, tâ ki insanlar, O’na ibadet etsinler, O’nun isimlerini ansınlar ve O’na şükürde bulunsunlar.
Çünkü insanoğlu, dünya ve ahiret saadetini bu vazifeleri yerine getirmekle elde edebilir. Cenab-ı Hakk’ın muradı da insanların huzur ve saadet içinde yaşamasıdır. İşte dünya ve ahiret nimetlerin kendisine takdim edilen bu insan, o nimetleri veren Zat’a karşı şükür ve ibadetle mükelleftir.

Evet, “Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık.” ( Tîn, 95/4) Ayetten insanın maddi ve manevi yönleriyle en güzel şekilde yaratıldığı anlaşılmaktadır. İnsanın manevi cevherlerinin kaynağı olan ruhu, ruhun elbisesi olan bedeni ve bir irfan meşalesi olan aklı ve Allah’ın varlığına işaret eden vicdanı, ayrıca dimağı ve ondaki zekâ denilen pırlantanın parıltısı, konuşması ve ifadesi, düşünmesi ve hayali “en güzel yaratılış” örneklerindendir.
İnsan kendine verilen bu kıymetli cevherlerin değerini takdir etmeyip Allah’a karşı gaflette bulunarak, onları kaybedecek ve aşağıların aşağısına düşürecek bir lüksü olmamalı.

O halde insanın dünyaya gelişi, ne zevk, ne safa ve ne de sadece yiyip içmek içindir. O her şeyden önce bu dünyaya Allah’a iman edip, isim ve sıfatlarıyla tanımak, muhabbet ve kulluk etmek için gönderilmiştir. İşte insan için en büyük zevk ve lezzet, bu görevlerini hakkıyla yerine getirmektir. Zaten hayatın gayesi bunlar olduğu gibi, faziletin de kaynağı bunlardır. Eğer, bir insan hayatını saadet ve neşe içinde geçirmek istiyorsa, kendine ait bu görevleri tam olarak yerine getirmesi gerekir. Görevini yerine getiren bir kısım insanlar Allah’ın lutfüyle cennetin en üst derecelerine çıkar. Haram dairesinde zevk ve sefa arayanlar ise ahrette cezasını çekerler.

İnsan, bir kendine bir de içinde yaşadığı şu âleme baktığında, her iki âlemde de, ciddi değişimler, hiç durmak bilmeyen bir faaliyet, bir hareketin olduğunu görür. Bütün bunların bir ölçü içerisinde ve hiç şaşmayan bir kanun dairesinde gerçekleştiğini farkeder. “Yerlerde ve göklerde canlı cansız hiçbir varlık yoktur ki, Allah’ın koyduğu bu kanuna ve ölçülere boyun eğmesin.” (Hud 6) Ayetinin manasını gözleriyle görür.

İşte her şeyin bir kanun ve nizam dairesinde hareket ettiğini gören aklı başında bir insan, bu faaliyetler içerisinde Cenab-ı Hakk'ın azamet ve kudretini görür; böylece bütün mahlûkatın yaratıcısını inanarak tasdik eder ve Allah’ın lütuf ve ihsanını düşünerek ibadet ve itaat edilmesinin gerekli olduğunun farkına varır. Böylece gerçek imanın basamaklarında adım adım ilerlemeye başlar. İlmel yakîn, aynel yakîn ve hakkal yakîn adı verilen imanın mertebelerinde sırasıyla gezinebilir noktaya gelir.

Olayları düşünce süzgecinden geçiren bir insan, Yüce Allahın varlığını ve birliğini gösteren, kâinatı ibret gözüyle seyrettikçe O’na inanmanın ve tanımanın gerekliliğine inanır. Bunun üzerine O’nun sonsuz büyüklüğünü ve kudretini düşünerek bir haz ve lezzet alır, ruhanî bir zevk ve huzur hisseder. Böylece imanı ve irfanı parıldar, kalbi Allah’ı bilmenin ve O’nu sevmenin mükemmel bir aynası olduğunu anlamaya başlar. Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin sonsuz olduğunu görür, “Allah’ın hiçbir mahlûkunu nimetlerinden mahrum etmediğini, herkesi kabiliyetine göre memnun ve tatmin ettiğini, dinsizin inkârı, günahkârın isyanı ve zalimin zulmü bile O’nun nimetlerini vermesine engel olmadığını” düşünür.

İnsan, aklı ve fikri sayesinde dağları ve taşları deldiği, yıldızları gezdiği ve deryalara hâkim olduğu halde, bir mikroba ve sivrisineğe dahi mağlup olabilen aciz ve zayıf bir varlıktır.

O halde kuvvet ve kudreti sonsuz olan Allah’a dayanmakla ve tevekkül etmekle teselli ve huzur bulabilir. (Sorularla İslamiyet)

“İNSAN; en güzel bir kıvamda yaratıldığı ve ona son derece, geniş kapsamlı meyiller, eğilimler ve yetenekler verildiği için, esfel-i safiline, aşağıların en aşağısından tâ en yüce derecelere, yerden ta göğe, atomlardan ta güneşlere kadar dizilmiş olan makamlara, mertebelere ve derecelere girebilir ve düşebilir bir imtihan meydanına atılmış, sınırsız düşüş, çıkış ve yükselişe giden iki yol onun önünde açılmış bir Kudret mucizesi ve yaratılış neticesi ve görülmemiş derecede harika ve güzel bir sanat olarak şu dünyaya gönderilmiş bir varlıktır.” (Yirmi Üçüncü Söz İkinci Mebhas)