Habibi Nacar YILMAZ
Kendimizi uzaktan seyrediyoruz
Şu aralar kanaatimce çok değerli bir kitap okuyorum. Zamanla o kitaptan paylaşımlar yaparak sizi de heyecanıma ortak etmeye çalışacağım. Kitapta geçen "Gölgeyi göre göre hakikat zannediyoruz" cümlesinden başlayalım. Yani dünya ve içindekiler, kendimiz de dahil birer gölgeyiz. Kendine bakan cihetiyle ne eşyanın ne de vücudunun bir hakikati var. Fakat gölgeyi göre göre sanki eşya sabit, biz de ebediymişiz gibi bir yanılma içine düşüyoruz. Bu da çok felâket kapılarını açıyor bize. Bir dostumuzun öldüğünü duyunca, sanki ölüm bizim için değil de ona mahsus gibi duruyor. Bir iki metrelik yer için olmadık işlere girişiyoruz. Hâlbuki kavgasını verdiğimiz, uğruna kalpler ve kafalar kırdığımız yerin, tapudaki sahibi bile olmayacağız bir müddet sonra. Bizim köyde böyle kavgalara şahit olmuşumdur çok. Bir köylümüzle babamın münakaşasını unutamam. Şimdi ise her ikisi de mezarda yan yanalar. Yer ise tamamen kayarak tanınmaz hale geldi. Değer miydi kavgaya, dilleşmeye acaba?
Geçenlerde bir derste bir ağabey başlıktaki cümleyi kullanmıştı. Bu yazı da onun üzerine ortaya çıktı zaten. Yer, mal, mülk, gölge de kendi vücudumuz da öyle değil mi? Biraz düşündüm de 'benimdir' diye sahip çıkıp hizmetini yaptığımız vücudumuzu uzaktan seyrettiğimizi gördüm gerçekten.
Sadece görünüşteki bir iki hizmetini yaptığımız vücudumuzun, sayısızca hücresinin tıkır tıkır işleyişinden habersisiz gerçekten. Kalbin atış sesleri bir aletle artırılsaydı, kulağımızı sağır edecekti. Fakat kalbimiz aklımıza bile gelmiyor. Mesela ben hem kalp hem böbrek hastasıyım. Bunlardan birkaç sefer operasyon geçirdim. Yerlerini dahi neden sonra öğrendim. Çalışma sistemlerini ise hiç bilmiyoruz.
Böbrekler her beş dakikada kanımızı temizliyor, rahatlıyoruz. Akciğerimiz her gün on bin litre civarında hava alıp kana iletiyor. Beyin dakikada yüz bin civarında mesaj alıyor. Kalbimiz her gün dokuz bin litre kan pompalıyor. Bunlardan haberimiz oluyor mu? Ama hepsi bizim ve bizim üzerimizde gerçekleşiyor. Bunları bilmediğimiz gibi, yapılanlardan haberimiz dahi yok. Daha acibi vücut apartmanı her gün yenileniyor, yani eski taşlar gidiyor, yerine yeni hücre taşları geliyor. Fakat farkında bile değiliz. Yani vücudumuza uzaktan bakıyoruz.
Yine elli bin kadar koku alan burnumuz; bir o kadar tadı fark eden dilimiz; yüzlerce sesi ayırt edebilen kulağımız; beş yüz yetmiş altı megapiksel kalitede gözümüz; saatte bin beş yüz defa açılıp kapanan göz kapağımız haberimizin pek olmadığı, sadece uzaktan seyrettiğimiz varlıklarımız
Farkında olmadan sahiplenip kullandığımız bu harika cihazların hepsi ruhun bir tezgâhı, sarayı konumunda. Bunlar ruh padişahları sayesinde bir değer kazanıp sevimli hale gelebiliyor. Yine bunlar ruhumuza takılan ene (benimdir diyebilmemiz) sayesinde de farkına vardığınız emanetlerimiz.
Her biri için ayrı ayrı teşekkül olan fenler sayesinde az buçuk bilgi sahibi olduğunuz bu varlıklarımız, daha net olarak da çözülemedi. Kalpte ihtisaslaşsan biraz bilgi sahibi olsan bile yine gözün cahilisin. Bu sefer de onu uzaktan seyrediyorsun. Tersi de mümkün. Ruh, akıl, manevi kalp, vicdan, sevgi gibi yönlerimizi ise neredeyse hiç çözemedik. Onları hep uzaktan seyrediyoruz. Biraz öğrendiğimizde ise, hayretimiz daha da artıyor. Âcizliğimizi, fakirliğimizi hepten uzaktan seyrediyoruz. Ne ihtiyarlamamıza ne de güçten kuvvetten düşüşümüze engel olabiliyoruz. Belki o yönlerimizi anlamakla kemâl buluyoruz.
Yiyip içtiklerimizi de uzaktan seyrediyoruz. Koyun ot topluyor; bize et, süt, yün, deri gibi şeyler getiriyor. Tavuk çöplerden yumurta getiriyor. Biz sadece seyrediyoruz. Onların getirdiklerini lokma yapıp ağzımıza attıktan sonra ise, ne geri getirebiliyor ne müdahale edebiliyor ne de vücudumuzdaki dağıtımına yardımcı olabiliyoruz.
Gündüz Güneşi, berrak gökyüzünü; gece Ay ve yıldızları yine sadece seyredebiliyoruz. Sadece seyretme keyfiyetimiz bize ait. Bazen hayret ve tefekkürle, bazen de öylesine, anlamsızca seyrediyoruz. İşte bu seyretme keyfiyeti bize ait sadece. Eğer hayretimizi tefekküre, teşekküre, zikir ve fikre çevirebilirsek, insaniyetimiz ulvî bir keyfiyet kazanıyor. Yok eğer başıbozuk ve serseriyâne bir bakışta kalıyorsak, elmas keyfiyetimiz cam şişeye dönüyor.
Peki hasta olmamıza engel olabiliyor muyuz? Hayır. Bir öğretim üyesi vardı Trabzon'da. Aynı bloktaki arkadaşlara bayağı sıkıntı olmuştu. Apartmana girişte tam bir dezenfektan istiyordu. Gerekçesi de güya mikrop kapmayacak ve hastalanmayacak ve neticede ölmeyecekti. Engel olabildi mi? Yine hayır, önce o gitti.
Peki ölmemize engel olabiliyor muyuz? Hani kendisinin basit mi nutfeden yaratıldığını uzaktan seyrettiği için görmediğinden olacak ki Ubey Bin Halef elindeki kemikleri ufalayarak "Bunları tekrar kim diriltecek?" diye sormuştu ya. Bunun üzerine "Kim onları İlk başta yaratmış ise o diriltecek." cevabını almıştı. Halbuki o şahıs henüz hayatta iken, kendini öldürecek kudrete karşı koyamıyor; "Beni kim öldürecekmiş?"diyemiyordu. Niçin peki? Çünkü kendisine hâkim değildi. Kendini uzaktan seyrediyordu.
En büyük musibet de zaten insanın kendisini bilememesi, unutması ve kendini ruh padişahıyla üzerinde oturduğu sarayın ebedî misafiri zannetmesiydi. Kendi baştan aşağıya eksiklik, kendine yetmezlik, âcizlik üzerine kurulu âdeta gölge mahiyetindeki vücudu, her saniye önünde olunca, gaflette donmuş ve insan ona sanki polattan, taştan, demirden yapılmış zannetmeye başlamıştı. Vücudumuz daima ayrılmaya müsait muhtelif maddelerden terkip edilmiştir. Uzaktan seyrettiğimiz bu vücudumuzu farkında olmadığımız on binlerce lehimize olan faaliyetten haberimiz olmadığı gibi; çeşitli arıza ve hastalığı netice verecek aleyhimizdeki faaliyetlerden dahi haberimiz yoktu.
Vücut bizim hanemizdi fakat bakımı, tamiri ve idaresi bize ait değildi. Bu şuurla yapılan işlere müdahale edemiyorduk. Sadece bu hanenin yüzde biri durumundaki dümeni bizim elimizde idi. Onun için, yapılan iyiliklerde hissemiz de o oranda olmalıydı. Gurur ve kibire medar bir keyfiyette değildik. Bize düşen ise, sadece bir mahcubiyet olmalıydı. Belki de bütün dalâlet, azgınlık ve enva-i türlü sapkınlıklar, insanın uzaktan seyrettiği bu kendini düzgün ve doğru okuyamayışından kaynaklanıyor. Onun için ehl-i hikmet bu konuyu hep "Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku... Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olma ihtimali var." cümlesi ile bitiriyor.
Evet dostlar uzaktan seyrettiğimiz vucud âlemimizde kısa bir seyahat ettik. Kendi nefsimize zaman zaman anlatmaya çalıştıklarımızı paylaştık. Malum paylaşılanlar bazen çoğalır ve duaya vesile olur.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.