Kendine Yetmek Ne demek?

Kendi kendine yetmekten ne anlıyoruz? Ne anlamalıyız?

İlk bakışta doğru bir yaklaşım gibi anlaşılabilir. Allah muhafaza şirke düşme riski var bu cümlede.

Çocukların, gençlerin hayata hazırlanmasında bu yaklaşım çok fazla dillendirilir.

Kendi kendine yetmenin başka bir deyimi de “iki ayağı üzerinde durabilmek” olarak da ifade edilir.

Biraz analitik mantıklı düşününce bu ifadeler kişiye fayda değil stres ve mutsuzluk üreten bir yaklaşımdır.

Özellikle ebeveynler bu yaklaşımla çocuklarını hayata hazırlarken yanlış hayat değerleriyle programlıyor, kurguluyor ve yönlendiriyorlar. Gömleğin ilk düğmesi yanlış ilikleniyor.

Hayata hazırlığı sadece akademik başarıya indirgiyorlar.

Çocuğum derslerinde başarılı olsun, yüksek not alsın, iyi bir lise, iyi bir üniversite kazansın.

Sonra yüksek gelirli iyi bir iş, kariyer başmaklarında, organizasyon şemasında yüksek bir pozisyonda işe başlasın.

Başlarken yönetici, masa başında, emir veren, etrafında fırıl fırıl dönen çalışanlar olsun….

Eskiden harbiyeden yetişen teğmenler vatanın gerçek sahibi, siviller hep yanlış yapardı! Gerektiğinde ihtilal yaparak vatanı kurtarmak üzerin kurgulu yetiştiriliyorlardı. 1983’te kısa dönem askerlikte yeni mezun bir teğmenin ağzından duymuştum. “Siviller hep yanlış yapar” demişti. Millete tepeden bakan üstün, elit sınıf zihniyetiyle yetişen askerler bu memleketin başına sara hastalığı gibi nükseden ihtilallerde çok çektirdi. Neyse sözün gelimi gündem dışına çıktık

Bunun için lisans eğitimi yetmez, yüksek lisans yapsın, doktora yapsın, iyi bir kariyer yapsın diye motive ediyorlar.

Bu tahrik ve tahşidatla hazırlık süreçleri hedeflenen yere varılınca nasıl bir ürün ortaya çıkıyor?

Hayata hazırlık şartlarından bir boyutuna göre yetişmiş ama hayatın idamesi için daha birçok alanlarında öğrenilmesi gerekenlerden habersiz uzaylı, ucube bir figür ortaya çıkıyor.

Beklentiler sadece akademik bilgiyle sınırlı, hayatın diğer alanlarına yabancı.

Matematikten, fizikten, kimyadan, statikten, dinamikten iyi not almış buralara gelmiş. Diploma ve kartvizit güzel… Sonra… Cevap yok… Vizyonu, davası, ideali yok… Biyonik bir yapı…

İnsan ilişkileri, zorluk, açlık, problem, ihtiyaçlar, sanat, estetik, spor, muhabbet, şefkat, empati, merhamet, feragat, dayanışma, yardımlaşma, iş birliği vs. kavramlarının hayatta nerede lazım olduğuna dair tecrübesi yok. İhtiyaç da hissetmeyen ruhsuz beden…

Evet uzay aracından yer yüzüne inmiş mekanik bir yapıda, silüeti insan görünümünde bir canlı…

Nasıl kurgulanmış?

Kendine yetebilen, iki ayakları üzerinde durabilen bir insan olması için oldukça yüksek maliyet ve emek verilmiş.

Ama günün sonunda gelinen nokta koskoca bir hiç.

İnsan hiçbir dönemde kendi kendine yetmemiş, yetemez. İki ayakları üzerinde duramaz. Nokta.

Zira insan yaratılışı itibarıyla kendi başına yaşaması mümkün değildir. Fıtrat kanununa aykırıdır.

Bir ekmeğin sofrasına gelene kadar hangi süreçlerden geçtiğini bir düşünse… Üstüne giydiği kıyafetin aşamalarını bir bilse… Daha hayatın her sahasında başkaları olmadan yapamaz. Mağarada bile yaşayamaz.

Bu materyalist bakış, batı felsefesinin insanlığın göğsüne sapladığı bir hançerdir.

Sanayi devrimiyle maddi zenginliğini insanı makine olarak, malzeme olarak değerlendirmesiyle temin etti.

Modernite ile, sefahat, medeniyet fantaziyeleriyle uyuşturduğu insanlık hâlâ çok tüketme mekanizmasının dişlileri arasında nesneden ibaret kalmıştır. Kariyer yarışında başarı dişliler arasında gönüllü atılışın görülüşüdür.

Tren katarının altından geçen sürünün ilk atlayan aktörünü ardındakilerin de takip edip atlaması gibidir.

Sadede gelelim, anahtar kelime ve kavram: Farkındalık.

Farkındalık kavramına yüklenen anlamda anlaşalım önce.

Veri ile bilginin, malûmatla ilmin farkını bilmekle başlamak gerek işe…

İstatistik rakamlar, gerçekleşen üretim, meydana gelen olayların sayıları veridir. Verilere anlam yüklenirse bilgi olur.

Hadiselerden, aktüaliteden, yaşanmış müspet veya menfi hadiselerden haberdar olmak, yazılanlardan, yapılanlardan haberdar olmak malûmattır. Onun ne anlama geldiğini, insanların hayatına nasıl yansıdığı, faydasının-zararının ne olduğunu, hangi dersi aldığının, fayda ve zarar yönüyle değerlendirilip tanımlı kaidelere göre hüküm verilmesi ilimdir.

Her veri bilgi değil, her malûmat da ilim değildir.

“İlim ilim bilmektir/ İlim kendini bilmektir

Sen kendin bilmezsen /Ya bu nice okumaktır” demiş Yunus Emre. Hayatın gayesi ve özeti budur.

Farkındalık kavramının tanımı da budur. Kendini tanımak demek kendini bilmek demektir.

Nefis kendisi demektir. Nefsini bilen Rabbini bilir.

“Hayatın gayesi; Halık-ı kâinatı tanımak. O’nu tanıyıp ibadet etmektir.”

Kendini ve kâinatı tanımak içten dışa genişleyen iç içe daireler gibi genişler.

En küçük daire olan kalp ve mide dairesi küçük daireden taaa semavat, kainat dairesine kadar her dairede tecelli eden esma’ül hüsnayı okumak.

Rububiyet-i ilahiyi fark edebilmek farkındalıktır

“Ben neciyim?... Nereden geliyorum?... Nereye gidiyorum?...” suallerine cevap aramaktır.

Bu üç müşkül suali sormayan insan hangi kariyer basamaklarına çıkarsa çıksın hayatı ıskalamıştır.

Hayatın hakikatini bilmeyen insana yaşıyor denilemez. Farkındalıktan söz edilemez. Nebatî, biyolojik olarak yaşayan ama insan olarak, eşrefi mahlûkat bir özne olarak değil.

Kendine yetmek demiştik. İnsanın fıtratı, mahiyeti itibarıyle kendine yetemez.

İnsanın şu tarifi bu iddiamızı güzel ispatlıyor:

“İnsan, binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî, manevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zahirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir bîçare mahluk iken, birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelal’e intisap edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hâcatına medar bir nokta-i istimdad bularak herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Padişah’a iman ile intisap etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilanını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas ediniz.” (Bediüzzaman Said Nursi, Asay-ı Musa)

Çok aciz ve çok fakir olmakla birlikte sınırsız ihtiyaçları olan insan nasıl kendi kendine yetebilir ya?

Ne diyecek? Nasıl düşünecek? Hayata nasıl hangi pencereden bakacak?

İman ve tevekkül.

Öyle bir tevekkül ki, rızkın Taahhüd-ü Rabbani olduğuna tereddütsüz inanacak.

Diploma ve kariyerini sadece rahmet kapısını çalmanın vesilesi bilmek. Çiftçinin tarlasını sürmesiyle rahmet hazinesi kapısını çalmak olarak bilmesi gibi. Diplomaya güvenmeyecek.

Buna “İmanın hayata hayat olması” diyoruz.

“İman Tevhidi, Tevhid Teslimi, Teslim Tevekkülü, Tevekkül Saadet-i dareyni iktiza eder” (Sözler 23. Söz) bilmek.

Öyle bir tevekkül ki, vesvese şeklinde bile tereddüt etmemek.

Yüzme bilmek, bisiklete binebilmek tevekküle güzel örnektir. Suyun kaldırdığını teorik olarak bilmek yetmez. İlla ki, suya kaldırma özelliğini yaratana tam güvendiği zaman suyun üstünde durabilmek tevekküle örnektir.

Cenab-ı Hakka tereddütsüz inanan, tevekkül eden insan hangi konumda olursa olsun Allah’ın izniyle işsiz de kalmaz, aç da kalmaz. Biiznillah İnşaallah…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum