Kökümüz ve mayamız Peygamberimizin (sav) Nur’undan geliyor
Eğitimci-Yazar Hasan Tanrıverdi’nin “Muhteşem Yolculuk” isimli yeni kitabı yayınlandı
Risale Haber-Haber Merkezi
Eğitimci-Yazar Hasan Tanrıverdi’nin “Muhteşem Yolculuk” isimli yeni kitabı yayınlandı. Ukba Yayınevi tarafından yayınlanan kitabı Hasan Tanrıverdi ile konuştuk.
Kitabınızın ismini neden “Muhteşem Yolculuk” koydunuz? Neyi amaçladınız?
Biz uzun bir seferde olan yolcularız. Kökümüz ve mayamız kâinatın çekirdeği olan Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) Nur’undan gelmektedir. Yalnızca biz insanların değil, kâinatın bütün diğer canlılarının ve hatta her bir zerrenin ve atomun kökü dahi o çekirdektir. Daha sonra Âlem-i Ervah dediğimiz ruhlar âleminden anne rahmine, oradan dünyaya, dünyadan kabre, kabirden haşire, haşirden sonsuzluk memleketine gitmek üzere seyahat halindeyiz.
Bizler bu uzun yolculukta tabiri caiz ise ruhlar âleminde öldük, anne rahminde dirildik. anne rahminde öldük, dünyada dirildik. Dünyada ölüp, mezarda dirileceğiz. Mezarda ölüp, mahşerde dirileceğiz… Böylece bu sırlarla dolu olan uzun yolculuk ebedi bir hayatla devam edecektir. İşte bu yüzden ben bu yolculuğu muhteşem olarak niteledim.
Bu yolculuğun insanlara ne gibi sorumluluklar yüklediğini düşünüyorsunuz?
Zamanı durdurmak mümkün değil ki, o fırtına ve rüzgâr misali esip geçiyor. Bizi de kendisiyle beraber sürüklüyor. Önünde direnebilene aşk olsun. Dünya gözü ile bakıyoruz; zaman dediğimiz mefhum, dünyayı yokluk denizine gönderip; geçmişi ve geleceği yokluğa vererek meydanda yalnız hazır zamanı bırakmaktadır. Böylece akıp giden devran fırtınası içerisinde değişmeyen hiçbir şey kalmamaktadır.
Onun için bu muhteşem yolun önemli bir durağı olan ve imtihan için gönderildiğimiz dünya hayatına önem vermek gerekmektedir. Yollarda karanlığı dağıtacak, yolculuğumuzu kolaylaştıracak bir nur lâzımdır. Güvendiğimiz dünya nimetlerinden ümit yok. O ümit ancak kâinat Sultanı’nın Fazl-ı keremindendir. O yüce kudret sahibi izin verirse O’nun rahmet hazinesinden gelen Kur’ân’ın aydınlatıcı nuruyla yollar aydınlanır, engeller köprü olur, zulmetler dağılır, bataklıklar gül gülistan olur. Hak edenler için bu zorlu yolun sonu ebedi cennet bahçelerine açılır. Kaybedenlerin yeri ise ebedi cehennem çukuruna gider.
Kitabınızın bir bölümünü Kâinatın yaradılış teorisi olan Big Bang yani büyük patlamaya ayırmışsınız. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Sizin de dediğiniz gibi bu bir teoridir. Ancak bu teori Kur’an’a ve ilmi çalışmalara ters düşmemektedir. Kur’an, hem evrenin yaratıldığını birçok ayette ortaya koymuş, hem de “Big Bang” teorisini tarif edici ayetlerle adeta olayı açıklığa kavuşturmuştur.
Kur’an’da Zariyat Suresi 47. ayette şöyle geçiyor: “Evreni (Göğü) kuvvetimizle kurduk, muhakkak ki onu genişletmekteyiz.” Gerçekten Kur’an, bu ayetle evrenin sürekli genişlemekte olduğunu doğrulamaktadır:
Bu teori, evrenin ve zamanın bir başlangıcı olduğunu, evrenin sürekli genişlediğini ve tüm evrenin bitişikken birbirinden ayrıldığını anlatmaya çalışıyor. Bu teori, maddenin sonsuzdan beri var olmadığını, dolayısıyla İlâhi bir kudret sahibi tarafından yaratıldığını açıklayan tek ciddi teoridir. Kudret sahibi tarafından yaratıldığını açıklayan tek ciddi teoridir.
Yüce Kur’an’ın Araf Suresi 54. ayetindeki anlatımıyla bu teori arasındaki ifade uyumluluğu dikkati çekiyor: “Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa bağlayan Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da emir de yalnızca O'nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” Kur’an’ın bu ayeti, “Big Bang” teorisiyle, maddenin sonsuzdan beri var olduğunu ve maddenin tüm canlı-cansız varlıkları tesadüfen oluşturduğunu iddia eden inkârcılığa karşı en güzel cevaptır. Zira kâinatın yaradılışının Hâlık’ı Zülcelâl’in kudretinin neticesi olduğu ilmi delillerle ve Kur’an’ın ışığında anlaşılmıştır. İşte Kur’an’nın yüceliği ve evrenselliği de buradadır.
Yine kitabınızda ruhların ve ruhani varlıkların varlığı ile ilgili önemli bilgiler var. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Ruh, Cenab-ı Hakk’ın emir âleminden gelen İlâhi bir kanun olduğundan, Yaşadığımız şu görünen âlemde organlarımızı kullanmamızda ve varlıkları hissedip algılamamızda yardımcı olmaktadır. Çoğu zaman gözlerimizle göremezsek dahi arkamızdan birilerinin geldiğini hissederiz. Buna benzer “Önsezi veya hiss-i kalb-el vuku dediğimiz” birçok hadiseleri önceden algılayan ruhumuz olduğu gibi, zamanı geldiğinde mutlu olup, gülüp söylediğimiz, bazen de öfkelendiğimiz anlar olmaktadır. Bütün bu duygusal davranışlar ruhumuzun bedenimizdeki icraatlarıdır. Sadece insanları değil, hayvanları da ruh yönetir.
Aynı şekilde Cenab-ı Hakk insan nefsine benlik ve enaniyet duygularını vererek sahip olma duygusunu yerleştirmiştir. Bu nedenle insan, bu benlik duygusu ile “Ben varsam, Allah da vardır. Ben bu ev ve araziye nasıl sahipsem O da bu kâinatın sahibidir. Benim yapabildiğim bütün fiiller de Allah’ın kendi kudretinden bana verdiği yeteneklerdir.” demek zorundadır.
Allah, insan bedenini ölümlü, değişken ve yenilenmeye müsait olarak yaratmıştır. Ruhu ise ölümsüz, basit ve değişmez yaratılmış olmakla beraber duygularını gelişmeye kabiliyetli olarak yaratmıştır. Duygularımız ruhumuzun en önemli delilidir.
Ruh girdiği bedene hareket, hayat, akıl ve şuur gibi duygular verir. İnsan bu duygularını akıl ve iradesi ile ya geliştirir, karartır veya öldürür. Cüz’i iradesi sayesinde hayra veya şerre kullanır. Buna göre de mükâfatı hak eder veya cezaya müstahak olur. Akıl, nasıl ki hayat boyu eğitim ve tecrübe ile gelişme kaydeder, diğer duygular da buna paralel olarak gelişim gösterir. Sonuçta insan ruhu, terakki dediğimiz manevi gelişmelerle cennete layık olacak hale gelir.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür ki, insan ruhu, hem şu görünen âlemle, hem de görünmeyen yani gayb âlemiyle devamlı münasebet halindedir. Gayb âleminden feyiz alır; şahadet âlemine ise, ilim ve irfanı ile tesir eder.
Buradan şu sunuca varmak gayet mantıklı olacaktır. Ruh varsa elbette ki ruhani varlıklarda vardır hükmüne kolaylıkla varabiliriz.
Anne rahminde ruh üfleme olayını biraz açar mısınız?
Ruh Üfleme “Hay” İsminin Tecellisidir. Kur’an-ı Kerimde Secde Suresi 9. ayette şöyle denilmiştir: ”Sonra ona yaratılış amacına uygun bir şekil verip, Kendi ruhundan üfler ve böylece, ey insanoğlu, sizi hem işitme ve görme melekeleri, hem de düşünce ve duygularla donatır. Buna rağmen ne kadar da az şükrediyorsunuz!” Mülk Suresi 23.ayet: “O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir. Ne az şükrediyorsunuz.”
Anne rahmindeki bebeğin 120 günü doldurduğunda vaki olan ruhun üflenmesinden kasıt, yüce Allah’ın insana merhamet, şefkat, muhabbet ve memnuniyet gibi sayısız manevi duyguları vermesidir. Hâlık’ı Zülcelâl kendisine ait olan sıfatlardan insan bedenine vermiş olduğu; işitme, görme, konuşma gibi “sem, basar ve kelam” sıfatlarının, insan fıtratına yansıyan tecellileridir. Bununla birlikte manevi duyguları da vermiştir. Ancak bu vasıfların insana verilmesinin sebebi, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz ve ebedi olan sıfatlarını anlaması ve kavraması içindir.