Kolay değildir, hasta yakını olmak...

Kolay değildir, hasta yakını olmak...

Hasta mı olmak zor, hasta yakını mı? Kıyası doğru olmamakla birlikte şüphesiz varlığınıza her an muhtaç birine refakat edebilmek iki kat sabır, enerji ve anlayışı gerektirir.

Reyhan Gül'ün haberi;

Ayağına batan bir dikene varıncaya kadar başına gelen her musibetin müminin günahlarını temizlemeye vesile olduğu müjdeleniyor. Hastalarını aciz günlerinde yalnız  koymayanlar bu müjdeye ortak değil mi?

Çaresiz bir hastalığın pençesinde olmak ne denli zor ise böyle bir hastanın yakını olmak da bir o kadar zor. ‘Beni Unutma’ filmini seyredenler hatırlayacaktır. Film beyninde ortaya çıkan bir sorundan dolayı her şeyi yavaş yavaş unutan bir kadın ve çaresizlikten eli kolu bağlanan ancak bu süreçte yanından bir an olsun ayrılmayan kocasının inanılmaz mücadelesini konu ediniyordu. Bu sebepten olsa gerek filmi izleyenler kadından ziyade eşine üzülmüştü.

Zira böyle bir hastaya refakat etmek sağlam bir psikoloji, tükenmez bir sabır ve güçlü bir teslimiyete sahip olmayı gerektiriyor. Efendimiz’in (sas) “Şüphesiz, büyük mükâfat büyük belalardadır. Allah bir topluluğu severse onları sıkıntılarla imtihan eder. Rıza gösteren rıza bulur. Hoşnutsuzluk gösteren de hoşnutsuzluk bulur.” hadisinde müjdelediği gibi başa gelen musibetlere sebat edenler kazanıyor.

Peki, bu süreçte yanlarından bir an olsun ayrılmayan, iyi olmaları uğruna kendi sağlıklarını hiçe sayan ve sosyal hayatları sıfırlanan hasta yakınları? Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Yirmi Beşinci Lema’da hastalara mânevî bir reçete niyetiyle yirmi beş deva sunarken hasta yakınlarını da unutmuyor ve: “Hastalık mütemadiyen hastaya ve lillâh için hastaya bakıcılara sevap kazandırmakla beraber, duanın makbuliyetine en mühim bir vesiledir.” “Hastaların duasını alınız; onların duası makbuldür. Hastaya hizmet mühim bir ibadet, mühim bir sevaptır.” diyerek hasta yakınlarına bu duadan yararlanmaları konusunda tavsiyede bulunuyor. Bu zaviyeden bakınca hasta gibi hasta yakını olmanın da ceza değil, lütuf olduğuna şüphe kalmıyor.

İlahiyatçı Prof. Dr. Şadi Eren de aynı konuya dikkat çekiyor: “Hastaların kalbini hoşnut etmek, teselli vermek, mühim bir sadaka hükmüne geçer. Onların hayır dualarını alır. Hastanın duasının makbul oluşu, ehemmiyetli bir meseledir. Kim bilir, belki de onların o makbul duaları önümüzü açacak, görünür görünmez nice kaza ve belalardan bizi muhafaza edecektir.”

Hastalıklar farklı olsa da onların sıkıntıları ortak. Kiminin kızı, kiminin eşi kimisinin ise annesi... Hikâyeleri yürek burksa da katlandıkları sıkıntılara bakınca İlahî bir lütfa mazhar olacakları umudu beliriyor insanda.

Onunla ilgili anılarımı geçmiş zaman ekiyle anlatıyorum

“Allah’ım ya benim ‘ya da onun canını al’ diye yalvardığım zamanlar oldu.” Bu sözler eşi alzheimer hastası Zeliha Eker’e ait. Severek evlenen bu mutlu çiftin evliliği, 15 yıl önce eşinin farklı davranışlar sergilemeye başlamasıyla sarsılır. Doktorlar depresyon deyip geçiştirir. Ancak yaşananlar rahatsızlığın geçici olmadığını gösterir. Zira Eker’in eşi işyerinde çalışma arkadaşlarıyla uyum sorunu yaşar. Herkesle kavga ediyor, küfür bilmeyen adam küfrediyor ve aşırı agresif davranışlar sergiliyordur. Uyanamama, hayaller görme gibi durumlar yaşar. En sonunda işi bırakmak zorunda kalır. Eker, iki çocuk annesi bir ev hanımı. Kocası çalışamaz hale geldiğinde aile maddî ve manevî anlamda zor günler geçirir. Otuz beş yıldır aynı yastığa baş koyan Zeliha Eker, kocasının  rahatsızlığının ne olduğunu bilmeden 12 yıl geçirir. Bu arada kendisine de kanser teşhisi konulur. Uzunca bir süre kemoterapi görür ve bu süreçte kocasıyla hiç ilgilenemez. Bu sıralarda (üç yıl önce) kocasının rahatsızlığının alzheimer olduğu ortaya çıkar ve asıl sıkıntılar bundan sonra başlar. Zeliha Eker, kanser tedavisi sürecinde psikolojik destekle ayakta durur. Ancak artık daha güçlü olmak zorundadır. Çünkü çok sevdiği eşinin nefes kadar ihtiyacı vardır kendisine.

O güne kadar bu hastalıkla ilgili bilgisi bulunmayan Eker, alzheimer derneğine üye olur ve hastalıkla ilgili her şeyi öğrenir. Öğrendikçe ümitsizliği artar. Zira alzheimer, tedavisi olmayan ve çeşitli evrelerden oluşan ölümcül bir rahatsızlık. Hastalığın son evresini yaşayan kocası yemiyor, yürüyemiyor ve konuşamıyor. Şimdilerde durumu nispeten iyi olan kocasının gözünün önünde gün geçtikçe eridiğine şahit olan Eker, anılarını geçmiş zaman ekiyle anlatıyor: “O benim diğer yanımdı. Oysa şimdi beni hatırlamıyor bile. Elimden hiçbir şeyin gelmemesi beni kahrediyor. Ancak kabullenmekten başka çarem yok. Onunla ilgili anılarımı geçmiş zaman ekiyle anlatıyorum. Sanki ölmüş gibi, şuraya giderdik, şunu severdi diyorum.” Zeliha Eker’in de sosyal hayatı bitmiş durumda. Kocası artık yatağa bağlı olduğundan yanından hiç ayrılamıyor. Maddî durumu el vermediği için bakıcı da tutamıyor. Kocasıyla geçirdiği her anın çok değerli olduğunu anlatan Eker, “Beni en çok da yaşadığımız hiçbir şeyi hatırlamıyor olması üzüyor. Hem fiziksel hem de manevî olarak çöktüğüm ve artık dayanamıyorum dediğim zamanlar oldu. O anlarda bana ihtiyacının olduğu düşüncesiyle kendime geldim.” diyor.

Evlatlarım vesilesiyle belki de ahiretimi kazanıyorum

Dünyanın en kutsal duygularından biridir annelik. Bundan dolayı zordur anne olmak, hele bir de engelli annesiyseniz… Şüphesiz katmerlidir görev ve sorumluluklarınız. Sabiha Polat da böyle bir anne. Ali (21) ve Hasan (19) adında bedensel engelli iki oğlu var. Her türlü ihtiyacını  kendisi gideriyor. Polat: “Ümitsizliğe kapıldığım, zorlandığım zamanlar oldu. Ama isyan etmedim. Oğullarımın canını veren de üzerlerinde tasarruf edecek olan da Allah. Onları hiçbir zaman hayatımın önünde engel olarak görmedim.” En ufak riya yok gözlerinde. Tedavisi olmaması ve tüm maddi imkânsızlıklara rağmen pes etmemiş, doktor doktor gezerek bir ümit çocuklarına şifa aramış.

Kendisini çocuklarına adayan Polat, gerekmedikçe dışarı çıkmıyor. “Her yere koştura koştura gidip geliyorum. Bir an olsun yanlarından ayrılamıyorum. Ya deprem olursa, ya biri yataktan düşerse gibi korkular yaşıyorum.” diyor. Çocuklar büyüdükçe bakımları daha da güçleçmiş. Birkaç yıl önce böbreği alınan annenin, iki oğlunu kaldırıp çevirmekten boynunda fıtık, sırtında kas sıkışması, kollarında da güç kaybı oluşmuş. Onlar varken kendi sağlıığını önemsemediğini söylüyor Polat: “Bazen bir bardağı kaldıracak gücüm olmuyor. Ama onlar varken sağlığım üçüncü sırada. Mecbur kalmazsam doktora gitmiyorum.” Tevekkülü hayret ettiriyor: “Bize şer gözüken hayır olabilir. Allah onlar vesilesiyle belki de bana ahiretimi kazandırıyor. Cennet belki oğullarımın ayakları altındadır.”

Korkudan dışarı çıkamıyordum!

Fatma Şahin, 36 yaşında, bir şizoften hastası. Daha lisedeyken hastalık sinyalleri verir. İnsanlardan kaçar, suya dokunamaz ve sürekli karanlık ortamlarda bulunmak ister. Fatma’nın durumu babasını kaybettikten sonra daha da vahim bir hal alır. Doktorlar ağır depresyon geçirdiğini söyler. Annesi Tayyibe Şahin, ne yapacağını bilemez. Kızının iyileşmesi için canhıraşane bir çaba gösterir. Ancak yıllar sonra kızının şizofren olduğunu öğrenen Şahin yıkılır. Yine de mevcut koşullarda kızının hastalığı en hafif şekilde geçirmesi için elinden ne geliyorsa yapar. Tayyibe Şahin, 13 yıldır kızıyla birlikte tabiri caizse ev hapsi yaşıyor. Şahin, “İlaç tedavisine başlamadan önce her şey daha zordu. Sürekli intihar edeceğini söylüyordu. Korkudan kapı dışarı çıkamıyordum. Şimdi ise ilaçların etkisiyle sürekli uyuyor. Kendisine de çevreye de bir zararı yok. Ama yine de her yere birlikte gidiyoruz. İyileşme umudu yok. Benim de sınavımbuymuş diyerek teselli etmeye çalışıyorum kendimi.” diyor. Fatma yüzde seksen özürlü olmasına rağmen yönetmeliklere göre ağır özürlü statüsüne girmiyor. Bundan dolayı annesi refakatçi kartı çıkartamıyor ve yardım parası alamıyor.

Annemi kabul etmese evlenmeyecektim

Nazife Gezgin’in hikâyesi, Sabiha Polat’ınkinden pek de farklı değil. Annesi yirmi yıldır yatalak. Geçirdiği omurilik ameliyatı sonrası bir daha yürüyememiş. Yatalak olunca en büyük çocuk olarak 13 yaşındaki Nazife’ye düşmüş annesiyle ilgilenmek. Sadece annesinin değil, ev işleri ve kardeşlerinin sorumluluğu da onun omuzlarındadır artık. Okulunu bırakmak zorunda kalır. Uzun bir fizik tedavi süreci geçirir anne. Nazife, aylarca ev ile hastane arasında mekik dokur. Fizik tedavi de annesini yürütmeye yetmez. Bu gerçekle yüzleştikten sonra her şey daha da zorlaşır. Hareketsizlik annesinin sürekli kilo almasına neden olur.  Hastayı her gün defalarca yatırıp kaldırmak, kişisel bakımını yapmak hiç de kolay olmaz. Bundan dolayı birçok fiziksel rahatsızlık ortaya çıkar Nazife’de. Ancak hiçbiri o psikolojide biriyle ilgilenmek, manevi anlamda her daim motive etmek ve onu kırmadan bir şeyler yapmak kadar yıpratmaz onu. Ama annesi için katlanamayacağı ve feda etmeyeceği bir şey yoktur. Bir örnek veriyor: “Evlenmeden önce eşime annemin bizimle yaşayacağını söyledim. Razı olup olmadığını sordum. Kabul etmese onu çok sevmeme rağmen ayrılacaktım.”

Hastalık sürecinde annesinin zamanla küçük bir çocuktan farksız hale geldiğini söylüyor: “İzlediği kanalı bile değiştirsem başlıyor ağlamaya. Programı beğenmeyip balkona çıksam kriz oluyor. ‘Benden sıkıldın, sana fazla geliyorum’ gibi cümleler sarf ediyor. Eşimle dışarı çıkmak istesek neden gidiyorsunuz diye gönül koyuyor. Böyle anlarda kendimi çaresiz hissediyorum. Bazen hak etmediğim şekilde davranabiliyor. Ama her halükarda haklı buluyorum onu. Yıllardır hareket edememek, en basit ihtiyaçlarını bile başkasının karşılaması çok zor. Sürekli empati kurmak zorundasınız. Psikolojim onunkinden kötü. Ama onun için ayakta durmaya çalışıyorum.”

Zaman